1. Haberler
  2. Genel
  3. Aşktan Öte Dertler….

Aşktan Öte Dertler….

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

İnsanoğlunun istila ettiği bu yeryüzü, artık sadece coğrafyaların değil, dertlerin de haritası. Savaşlar, krizler, açlık, yoksulluk ve yıkım, kıtaları, okyanusları aşıyor.

Dünyanın efendileri, küresel tahtın sahipleri, birbirlerine nükleer tehditler savuruyor. Kartlarını saklıyor, blöf yapıyor, sonra da dünyayı kendi ellerine göre dizayn etmeye çalışıyor. Trump ile Putin arasında yarın Alaska’da yapılacak olan buluşma, ufukta barış var mı, yoksa kaldığı yerden savaşa devam mı, sorusuna yanıt olabilir. Küresel barış, bir kez daha iki dudağın arasında bekletiliyor.

Gazze’de, tarihte bile örneğine pek az rastlanan türden bir kıyım ve yıkım var… Can kaybı 70 bine dayanmış… İsrail parlementosu ise günbegün el yükseltiyor. Sözde güvenlik kabinesi Gazze’nin tamamını işgal altına almak için planları onaylıyor, hazırlık yapıyor… Kötü günler geride kaldı, sırada daha kötü günler var…

Suriye’de koca bir enkaz. Yıkım, yoksulluk, göç dalgaları… Parçalanmış bir coğrafya. Belirsizlik içinde verilen yaşam mücadeleleri.

Bu manzara sadece Ortadoğu’ya özgü değil. Afrika’dan Latin Amerika’ya, Avrupa’dan Asya’ya kadar iklim krizinin, kuraklık ve susuzluğun, ekonomik çöküşlerin, göç dalgalarının, otoriterleşmenin ve savaşların farklı yüzleri var. Dünyanın genelinde umut, çoğu yerde yerini kaygıya ve öfkeye bırakıyor.

Dahili kamerayı açtığımızda da karşımıza çıkan sorunlar öne geçmek için birbiriyle yarışıyor. Geçim derdi, barınma kaygısı… Asgari ücret 22 bin, İstanbul’da ortalama kira 30 bin… Enflasyonun gölgesiyle sofrada küçülmeye devam eden porsiyonlar… Kabullenilmiş bir kitlesel yoksulluk hali…  Bir zamanlar tek bir emekçinin omuzladığı beş kişilik ailenin geçimi, bugün beş çift omuza yükleniyor; yine de o evin beli doğrulmuyor. Anadolu’nun bereketli toprağı boş bırakıldı; köylü tarladan, hayvancı ahırdan soğutuldu. Plansızlığın tohumu yıllar önce atıldı, bugün pahalı sofralarda filiz veriyor.

Bir yandan da ayaklar, “faiz–nas” inadının enkazına takılmaya devam ediyor.

Ülkenin dört bir yanında, ardı ardına patlayan orman yangınları… Göz göre göre kaybolan her ağaç, nefesimizi biraz daha ağırlaştırıyor. Son olarak Çanakkale’de alevler sadece ormanı değil, insanların geleceğini de yaktı; evsizleştiler, nefesleri köreldi. Güzelyalı ve çevresindeki köylerde, yazlık evlerde yaşayan insanlar bir anda toprağını, evini, hafızasını alevlere teslim etti. Alevler yalnızca ormanı değil, koruyamadığımız her şeyi bir kez daha hatırlattı. Ormanları koruyamamak, kadınları koruyamamak, aileyi koruyamamak, güveni, barışı, adaleti koruyamamak… Kısacası insanca yaşamın kendisini koruyamamak.

2025’in ilk yedi ayında çıkan 4.426 yangın, neredeyse 50 bin hektarın kül olmasıyla sonuçlanmış; her kayıp, doğaya ve hafızamıza kazınan bir yara…

Tarımı bilmeyenlerin tarımı, ormanı tanımayanların ormanı yönettiği bir kara düzen…

Sahte diplomalar, taklit imzalar, sınav sorularının el altından servis edildiğine dair şaibeler… Devlet kurumunun kalbine uzanan eller.  Bunlar yalnızca tek tek skandallar değil; devletin temeli olan tuğlaların arasına sızan su gibi, görünmezden başlayıp yapının bütününü çürüten vakalar.

Güven sarsıldığında, vatandaşın devlete verdiği rıza da erir, erimelidir ama…

Barış ise bu ülkenin en kıymetli kelimesi; seçim matematiğine, anayasa torbalarına ve oy mühendisliğine malzeme edildiğinde içi boşalan… Son “süreç”te de iktidar tahkimi kokusu yükseliyor; rüzgârın nereden estiği, kime yelken şişirdiği açık. Halbuki barış, oylara değil adalete ve eşit yurttaşlığa yaslanan açık bir toplumsal sözleşme olarak elde edilmelidir.

Ülke adına kararlar alınıyor, yollar çiziliyor; ama bu adımların bizi çıkardığı duraklar sıklıkla karanlığa çalıyor.

Bozulma bir anda olmadı; köy enstitülerinin kapatılmasına kadar götürülebilir başlangıcı… “Küçük Amerika” hevesleriyle hızlanan uzunca bir sürecin acı meyveleri… Eğik bir düzlemden aşağı… Bir zamanlar ülkenin en parlak Anadolu çocukları, devletin en yetkin makamlarına yükseliyordu. Sonra liyakat adım adım törpülendi, ehliyet yerini sadakate bıraktı. Bugün ise bu çürümenin sembolü, sahte diplomalara kadar vardı. Oysa ki perşembenin gelişi, çarşambadan belliydi.

Tüm bunların ortasında “aşk” diyoruz. Neden? Çünkü efendilerin masasında yapılan her hamle, evdeki nefesin ritmini değiştiriyor. Çünkü kamu düzeni çöktüğünde, kalbin düzeni de çöküyor; ülkenin ahvali, ilişkilerin iklimine siniyor. Devletin çürümesiyle evin dağılması, aynı hikâyenin farklı boyutları… İşte bu yüzden, özel hayat politiktir!

***

Aşk, hayatın ne kadarını kaplar? Çoğu zaman yalnızca iki kişi arasındaki bağ sanılır, oysa görünmez güçler (ekonomik kaygılar, toplumsal baskılar, dijitalleşme, doyumsuzluk kültürü) ilişkinin damarlarına sızar. Kimya ve hormonlar belki başlangıçtır, ama sürdürmek, içinde yaşadığımız iklimle ilgilidir.

Çoğu, denetimsiz öfke, güç gösterisi, kontrol takıntısı, tatminsizlik ve yetersizlik hissinin ürünü olan kadın cinayetleri ise “ilişki” ya da “aşk” gibi kavramların arkasına saklanmaya çalışıyor. Ülkemizde işlenen cinayetlerin hatırı sayılır bir bölümü, kadını merkeze alan ya da kadına bağlanan temalar etrafında şekilleniyor. Kıskançlık, aldatma, “namus” gibi kavramlar, çoğu zaman suçu meşrulaştırma kılıfına dönüştürülerek şiddetin bahanesi haline getiriliyor.

Kadın cinayetleri, toplumsal şiddetin en çıplak ve sistematik yüzüdür. Kadının bedeni üzerindeki iktidar krizinin aynasıdır.

Aile kurumu zayıfladığında boşanmalar artar. Dağılan evlerin gölgesi çocukların geleceğine düşer. Karanlık elbette yalnızca oradan gelmez. Ekonomik çıkmazlar, şiddet kültürü, eğitim eksikliği, sosyal politikaların yetersizliği… Hepsi aynı tabloyu farklı açılardan besler. Sorun, küçük yaşlarda başlar: Akran zorbalığı, travmatik bir çocukluk, sorunlu bir ergenlik… Bunlar, ileride şiddete meyilli, umutsuz ve kopuk bireyler yaratır. Sokakta, trafikte patlayan öfke nöbetleri, yalnızca “münferit” değildir; patlamaya hazır bir toplumun küçük ön sarsıntılarıdır. Suça sürüklenen çocukların bir kısmı, cezaların hafifliğini bilen yetişkinlerce kullanılır; silahı kolayca verirler eline, “yatarı az” diye.

Tüm bu şiddet, kopuş ve kırılmaların kökünde yalnızca bireysel zaaflar değil, içinde yaşadığımız toplumsal iklim vardır. Evin içindeki huzur, sokağın güveninden beslenir; sokağın güveni ise adaletin varlığından. Çünkü ilişkilerin dili, toplumun ruh halinden bağımsız değildir. Özel hayat dediğimiz şey, aslında kamusal düzenin en kırılgan aynasıdır. Devletin adalet terazisi bozulduğunda, evin dengesi de bozulur.

Toplumsal dengeler bozulduğunda, bireyler giderek kendi içine kapanır. İnsan, çevresindeki adaletsizliği değiştiremeyeceğine inandığında, sığınacağı en dar alanı seçer: Kendi bedeni, kendi arzuları, kendi benliği. Dijital dünya ve sosyal medya, bu içe kapanışı daha da besler; sürekli kendini merkeze koyan, beğeni ve onay arayışıyla yaşayan bir zihin inşa eder. Yaşamını yalnızca cinsellik, haz ve ego ekseninde kuran insan, kendi küçük evrenine hapsolur.

O dar alanda, dünyada olup biten savaş, kriz, kıtlık ya da toplumsal adaletsizlik artık görünmez hale gelir. Kendi arzularının gürültüsü, başkalarının çığlığını bastırır; birey böylece hem toplumdan hem de gerçeğin sert yüzünden kopar.

Oysa unuttuğu şey şudur: Kendi kabuğunda kurduğu dünya, bir gün dışarıdaki dünyanın çöküşüyle birlikte yerle bir olacaktır.

Sadık ÇELİK

sadikcelik.gorus@gmail.com

Aşktan Öte Dertler….
Yorum Yap

Tamamen Ücretsiz Olarak Bültenimize Abone Olabilirsin

Yeni haberlerden haberdar olmak için fırsatı kaçırma ve ücretsiz e-posta aboneliğini hemen başlat.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Divriği Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin