İstanbul 23 Nisan’da 6.2 büyüklüğünde sarsıldı.
Ancak toplumda, artık tektonik sarsıntılardan çok, bilgiye duyulan güven sarsılıyor. Deprem olur olmaz ekranlara çıkan uzmanlar, halkın kafasındaki soru işaretlerini büyütmekten başka bir şey yapmıyor. Naci Görür, Celal Şengör gibi isimlerden oluşan bir taraf, bu depremin, beklenen büyük depremin habercisi olduğunu ve bu depremin 7.5 ve üzerinde olacağını söylüyor. Şener Üşümezsoy ve Ahmet Ercan gibi isimlerin konumlandığı diğer taraf ise, 6.2’lik bu sarsıntının büyük depremin ta kendisi olduğunu, bundan daha büyük bir depremin beklenmediği görüşünde.
İşin asıl üzücü ve endişe verici yanı nedir biliyor musunuz? Artık konuşulanın fay hattı değil, çıkar hatları olması. Zira sadece veriler değil, niyetler sorgulanıyor. Bir kısım bilim insanının büyük inşaat firmalarına danışmanlık yaptığı, bu şirketlerin ticari beklentilerine paralel açıklamalar yaptığı iddia ediliyor. Bazıları için bu iddialar karalama. Ama toplumun gözünde bu yalnızca bir söylenti değil; hakikatin bulanıklaştığı, bilimin güven kaybettiği bir tablo.
Artık insanlar deprem bilimcileri dinlerken, “Bu açıklama kimin işine yarıyor?” sorusunu sormadan edemiyor. Ekranda konuşan bilim mi yoksa piyasa dili mi, bunu sorguluyor.
Bu noktada yaşanan güven kaybı sadece akademiye değil, toplumsal akla da bulaşıyor. Gerçek bilgiyle manipülatif söylem arasındaki sınır silikleştiğinde, halk da hazırlıklı olamıyor. Çünkü neye, kime, hangi veriye güveneceğini bilemiyor…
***
Deprem olacak ya da olmayacak. Belki büyük olacak, belki küçük. Belki yarın, belki üç asır sonra… Ama mesele bu değil.
Evet, Marmara’daki fay hattı şehir merkezinin içinden geçmiyor. Ama Maraş’ta, Hatay’da geçti. Sonuç ortada. Ama mesele sadece fay hattı değil. Mesele, fay hattına uygun bir şehir aklı geliştirip geliştirmediğimiz.
Mesele, kaçınılmaz olanı bile bile hareketsiz kalmak. Bilgiyi bilince dönüştürememek. Bilimi çıkarın önüne koyamamak.
Her şeyi konuşup hiçbir şey yapmamak… Bu, doğanın değil, kaderin değil, bizzat insanın kusurudur.
***
1999’dan bu yana, bu ülke yaşanan her depremden sonra aynı soruyu soruyor: “Hazır mıyız?” Üzerinden bir kuşak geçti ama biz, hâlâ 1999’un ardından konuşulanları tekrar etmekten öteye geçemiyoruz. 26 yıl geçti ve İstanbul depreme hazır değil. Bu durum artık bir ihmalkârlık değil; toplumsal bir ayıptır. Toplumsal bir hafıza kaybının ve siyasal bir vizyonsuzluğun sonucudur.
İstanbul’da özellikle 1999 öncesinde inşa edilen yapıların en büyük talihsizliği, sadece eksik denetim ya da bilinçsiz planlama değil; bizzat kullanılan malzemedir.
O yıllarda köyden kente göçle birlikte, gecekondu kültürü apartmankondulara evrildi. İnşaatlar hızla ve kontrolsüzce çoğaldı. Bu süreçte binlerce yapıda, teknik açıdan son derece sakıncalı ve ölümcül olan deniz kumu kullanıldı. Tuz ve klorür içeren deniz kumu, başta donatı çeliği (inşaat demiri) olmak üzere tüm yapı elemanlarında korozyona (paslanma ve yapısal çürüme) neden olur. Çünkü tuz, zamanla, 15-20 yıl içinde, betonu içeriden kemirir; demiri zayıflatır; çimentonun bağlayıcılığını bozar.
Bu da demek oluyor ki, deniz kumuyla yapılan binalar, yıllar içinde kendi kendini imha eden birer yapısal bombaya dönüşür.
Nitekim bugün elinizi sürdüğünüzde un gibi dağılan kolonlar, kendi kendine çöken binalar, bu ihmalkâr sürecin sonucudur.
O dönemde Marmara açıklarından getirilen deniz kumları; teknelerle, mavnalarla kente taşındı. Bunları satanlar, alanlar, kullananlar belliydi. Peki tüm bunlar alenen olup biterken yerel yönetimler, merkezi idare, akademi dünyası neredeydi?
Ne acıdır ki bugün elimizdeki yapı stoğunun %80’e yakınının bu şekilde, deniz kumuyla inşa edildiği tahmin ediliyor.
***
Bugün hâlâ bu şehir, olası bir büyük depremde, yıkılmanın eşiğinde bekletiliyorsa, sadece müteahhitleri değil, bu düzene göz yumanları da sorgulamak gerekir. Planları çizenler, ruhsatları verenler, görmezden gelmeyi alışkanlık haline getiren yerel ve merkezi otoriteler… Hepsi günahkar. Sadece zemin değil, sistem de kaygan.
Sorumluluk, sadece o binayı yapanın değil; o yolu açanın, denetlemeyenin, sessiz kalanındır. Bu yüzden suç çimentoda değil; onay mührünün bastığı her evrakta, her ihmalde, her suskunlukta aranmalıdır.
Olası bir İstanbul depreminde yaşanacak kayıplar, doğanın değil; sistemsizliğin faturası olacak.
***
Deprem sadece İstanbul’un değil; Ege’den Doğu Anadolu’ya uzanan geniş bir coğrafyanın da meselesi. Elazığ, Hatay, Maraş, Erzincan, Bolu, Gölcük… Her biri bize aynı cümleyi fısıldıyor: Bu kader değil, tercihtir…
Biz, ne yazık ki güvenliği lüks; sağlam yapıyı ayrıcalık haline getirdik. Böyle olmamalı. Zemine uygun binalar inşa edilmeli; kullanılan betonun, demirin, tüm malzemenin kalitesi bilimsel standartlara dayanmalı. Mimarlık, mühendislik ve statik hesaplar, çağın gereklerine ve bu çağın deprem gerçekliğine göre yapılmalı. Bu arada betonun kalitesi kadar, vicdanın kalitesi de ölçülmeli..
Felaketi fırsata çevirmek mümkündü, hala mümkün. Fırsat derken rantı değil, ortak aklı ve toplumsal güvenliği kastediyoruz.
Kentsel dönüşüm adı altında yürütülen çarpık projelerden değil; halkı teşvik eden, ona kendini güvende hissettiren, kamu yararını esas alan gerçek dönüşümlerden, kalıcı çözümlerden söz ediyoruz.
Çünkü bugün tablo açık: Parası olan, binasını yenileyerek kaderini satın alıyor. Parası (ve başka seçeneği) olmayan ise, kaderini sırtlayıp riskin tam ortasında yaşamakla yetiniyor.
Peki ama bu böyle mi sürecek?
BOĞAZİÇİ İMAR YASASI
18 Kasım 1983 tarihli ve 2960 sayılı Boğaziçi İmar Kanunu, İstanbul’un eşsiz siluetini, tarihî dokusunu ve doğal güzelliklerini korumak amacıyla hazırlanmıştı. Amaç, kamu yararını gözetmek, yapılaşmayı sınırlamak ve bu benzersiz coğrafyada bir düzen oluşturmaktı. Kâğıt üzerinde…
Gerçekte ise bu yasa, yıllar içinde eşitsizlik ve çifte standart üreten bir düzenin sembolü haline geldi.
Kanunun hazırlık süreci, 12 Eylül askeri yönetiminin gölgesinde şekillendi. Yasa yürürlüğe girmeden hemen önce, bazı ayrıcalıklı çevrelerin sessizce yapılaşmaya gittiği biliniyor. Kıyı şeridinde yükselen yalılar, görkemli köşkler ve geniş konutların bir kısmı işte bu sessizlikte hayat buldu. Ardından getirilen yasayla bölge “sit alanı” ilan edildi ve geri kalanlara fiilen bir dokunulmazlık perdesi indirildi.
Bir yurttaş, anadan babadan kalan, tapulu arsasına çivi çakamıyor. Ama öte yanda; hazine arazileri, ormanlar, kamusal yeşil alanlar birileri tarafından yağmalanıyor. İmar planları, eşitlikten çok istisnaların diliyle konuşuyor. Aynı sokakta, yan yana iki parsel düşünün. Biri için “tamamına inşaat yapılabilir” ruhsatı çıkarılmış; veya bir şekilde yolunu bulanlar, işi ustaca (!) yürütmeyi başarmış. Diğerindeyse, yasaya saygılı davranan vatandaş, bırakın inşaatı, küçük bir tadilat için bile hareket alamıyor.
1983’ten bu yana, yeşil alanların, sit bölgelerinin, kamuya ait arazilerin önemli bir kısmının yapılaşmaya açıldığı açıkça görülüyor.
Kimin lehine?
Hukuka sadık kalanların lehine olmadığı kesin.
Boğaziçi’ne vurulan kilit, ne yazık ki sadece adalete saygılı yurttaşların önüne kondu. Oysa aynı kilit, başkaları için bir engel değil; sadece aşılması kolay bir formaliteydi. Sonuçta Boğaziçi korunmadı, talan edildi. Kurallara uyanlar durduruldu, kuralları esnetenler kazandı. İstisnaları kullananlar, yollarını bilenler, kuralları eğip bükenler kazandı.
Eğer yasa gerçekten kamu yararına işleseydi, bugün Boğaziçi sadece korunmuş değil; planlı, adil, yaşanabilir bir alan olurdu.
Ama yasa, zamanla birilerinin rantını koruyan bir mekanizmaya dönüştü. Arsası olan sıradan vatandaş hâlâ bir çivi çakamazken, bir başka köşede füze hızıyla yükselen yapılar gözümüzün önünde büyüdü, büyüyor…
Boğaziçi İmar Yasası bu haliyle ne koruyabildi ne de adalet sağlayabildi. Koruma adı altında inşa edilen şey, bir rant duvarı oldu. Vatandaşın yanından bile geçemediği bir duvar. O duvarın öteki tarafına geçebilenler için, yasalar değil istisnalar geçerliydi.
Şimdi kamuya açılmasından, eşit planlamadan, sıradan vatandaşa, halkın kendisine adil bir şekilde hakkının verilmesinden söz edildiğinde ise asıl korku başlıyor: Çünkü rantın düşmesinden, düzenin çözülmesinden, halkın, “ayrıcalıklı sınıfın” arasına karışmasından korkuluyor. O yüzden de ne iktidarı, ne muhalefeti, kimse bu düzene “dur” demiyor.
Bu sadece Boğaziçi’yle sınırlı değil. Türkiye’nin dört bir yanında aynı tablo: Sit alanları yapılaşmaya açılıyor, büyük siteler, gökdelenler, tatil köyleri kuruluyor…
Gidin Mısır Çarşısı’nın, Yeni Cami’nin etrafına bakın… Tarihî camilerimiz, kutsal mekânlarımız abuk sabuk yapılarla kuşatılmış durumda. Gerçek koruma gerekiyorsa, asıl buralara bakılmalı. Herkes biliyor ki bunlar planlı bir çifte standardın, sessiz onayların sonucu.
“Adalet mülkün temelidir” diyoruz ama hukuk, imtiyazlıların rantını koruyan bir araca dönüştükçe bu temel sarsılıyor. Yasaya saygılı vatandaşın eli kolu bağlıyken, başkaları arka kapıdan girip kazancını katlıyor.
Üstelik bu durum yeni değil. 1983’ten 2002’ye kadar böyleydi, 2002’den bugüne kadar da aynı şekilde devam ediyor. Yıllardır devam eden yapısal bir eşitsizlik sorunu bu. İktidarlar değişiyor, ama ayrıcalıklı alanların sessiz dokunulmazlığı değişmiyor.
12 Eylül döneminin yasaları yerden yere vuruluyor ama sıra Boğaziçi İmar Yasası’na gelince, sessizlik… Çünkü o yasa, bazı kesimlerin “statüsünü”, “konumunu” ve “rantını” koruyor.
Oysa dünyanın hiçbir yerinde Boğaziçi İmar Yasası gibi bir uygulama yok. Elbette tarihi bölgeler korunur. Ancak korunacak alanlar; camiler, çarşılar, kültürel anıtlar ve çevresiyle sınırlandırılır.
Bizde ise boydan boya bir coğrafya “sit alanı” ilan ediliyor.
Belediyeler baş edemeyiz diye düşünüyor.
Oysa çözüm toptancı yasakçılık değil, alan bazlı, disiplinli ve adil bir imar politikasıdır. Eğer yasa sadece bazılarına engel, bazılarına geçit oluyorsa, adı artık yasa değil, ayrımcılıktır. Bu durumda ne koruma kalır, ne de kamu yararı.
Bu yalnızca teknik bir sorun değil. Bu, hukuka olan inancı sarsan, adalet duygusunu yaralayan bir durum.
Vatandaş neye göre hareket edeceğini bilemiyor. Hakkını aramak istese, çoğu zaman yolu kapalı. Açılan bazı davalar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar taşınmış ve Türkiye, bu konuda çok sayıda mahkûmiyet kararı almış durumda. İç hukukta karşılık bulamayan talepler, dış hukuka sığınıyor.
Boğaziçi’ndeki öngörünüm bölgesindeki yapılarla ilgili tadilat izni almak bile yalnızca teknik bir süreç değil; çoğu zaman siyasallaşmış, ayrıcalıklara açılmış bir kanallar ağına takılıyor.
Ne acıdır ki, gerçekten korunması gereken pek çok tarihî yapı da bu süreçlerin içinde kaderine terk edilmiş durumda.
Bu yasa yeniden ele alınmalı, imar planları adalet ilkesine göre yeniden düzenlenmeli. Koruma kavramı, eşitsizliği meşrulaştıran bir kılıfa dönüşmemeli.
Yapılması gereken, yasaların temel ilkelerine sadık kalarak, mevcut yapıları bilimsel ve estetik kriterlerle yenileme ve yapılaşma hakkını tüm yurttaşlara eşit olarak tanımaktır.
Üstelik bu işin nasıl yapılabileceğine dair örnekler uzaklarda da değil. İtalya’nın sahil kasabalarında, doğayla ve mimariyle uyumlu konutlara sıkça rastlanır. Ne doğayı örter o evler, ne de ihtişam yarışıyla anlamını yitirir. Çünkü orada mesele yalnızca yapı inşa etmek değil, doğru yere, doğru biçimde, yakışanı yapmaktır.
Üstelik bu hak sadece büyük yatırımcılara değil, sıradan yurttaşa da tanınır.
Bizdeyse ya her şey büyük sermayeye açılır, ya da sıradan yurttaşa her şey kapatılır. Ya birileri istediği kadar yapar, ya da herkes hiçbir şey yapamaz. Oysa mesele tam da; ölçü, estetik, eşitlik ve hakkaniyet meselesidir.
KENTSEL DÖNÜŞÜM NEDEN İŞLEMİYOR?
Kentsel dönüşüm yıllardır konuşuluyor ama asla konuşulduğu kadar işleyemiyor. Neden? Çünkü bu sistem, içinde yaşayan insanı değil; o dairelerin toplamından elde edilecek rantı merkeze alıyor. Konutun bir yaşam alanı olduğu gerçeğini değil; bir yatırım aracına dönüştürülmesini esas alıyor.
Bugün İstanbul’da orta halli insanlar, memur, esnaf, emekli, yıllarca çalışıp borçla, hasbelkader bir daire sahibi olmuş. Şimdi bu binalar dönüşmeli, diyoruz. Müteahhitler yüzde 50’den aşağısına projeye girmiyor. Arsa küçük, rant düşük. Kentsel dönüşüm burada tıkanıyor.
Peki çözüm?
Arsayı büyütemediğine göre, yapıyı dikey büyüteceksin. Bu kaçınılmaz bir gerçek.
Yeni ve temiz bir planlama anlayışıyla birlikte, dikey büyürken çevresel düzen de büyümeli. Binalar sırt sırta değil, nefes alacak şekilde yükselmeli. Altında otoparkı, çevresinde yeşil alanı olan, ferah ve sağlam yapılar inşa edilmeli.
***
Dönüşüm, sadece eskiyi yıkmak değil; yeni bir kent anlayışını kurmaktır. Estetikten, mühendislikten, planlamadan ve en önemlisi adaletten ödün vermeden. Kaçak göçek değil; nizami, sağlam, tertemiz bir dönüşümden söz ediyoruz.
Tıpkı Boğaziçi’nde de olması gerektiği gibi: Belirli bir planla, disiplinle, doğaya ve tarihe saygıyla, aslına uygun biçimde yeniden inşa edilen bir gelecek…
Bugün İstanbul’da bazı semtlerde, 50’li, 60’lı yıllardan itibaren deniz kumu ile yapılmış binlerce bina yıkılacağı günü bekliyor. Kadıköy, Üsküdar, Bostancı, Selimiye, Şişli, Mecidiyeköy… Hepsi bir sonraki büyük sarsıntının sessiz hedefi.
Bu gerçeği görmezden gelmenin maliyeti sadece ekonomik değil; vicdani ve tarihî de olacaktır.
***
Kentsel dönüşüm, sadece parası olanın lehine işlememeli.
Geliri yüksek semtlerde insanlar müteahhite ödeme yaparak evlerini yenileyebiliyor. Ama şehrin çeperlerinde, geçmişte birer birer inşa edilen ve zamanla apartmankonduya dönüşen gecekondular… Bu yapılarda yaşayanlar için “cebindekiyle dönüşüm” pek mümkün değil.
Gerçek dönüşüm; zorlamayla değil, ama çözümsüzlükten kurtararak olur. Birkaç binanın bir araya getirilip planlı, modern ve çevreyle uyumlu yapılar haline getirilmesi mümkün. Böylece hem kentsel alan kazanılır, hem de insanların güvenliği sağlanır.
Elbette gönül ister ki herkesin geniş bahçeli, alçak evleri olsun.
Ancak İstanbul gibi bir şehirde mesele, hayali değil, adil olanı gerçekleştirmektir.
İşte Boğaziçi’nde bu mümkün.
Sahil şeridi boyunca, yeşil dokusu korunarak, düşük yoğunluklu, bahçeli, estetik yapılarla imar planları yeniden düzenlenebilir.
Yüzde 30 imar hakkı tanınarak hem doğa korunur, hem de insanlar bu eşsiz kentin güzelliğine seyirci değil, paydaş olur.
Boğaziçi sadece üç beş ayrıcalıklı sınıfa, zenginlere, parababalarına ait olmasın; toplumun ortak hafızası, ortak hakkı olarak yeniden tanımlansın.
***
İstanbul’un en görünmez ama en boğucu sorunlarından biri de bitişik nizam uygulamaları. Binalar dip dibe, sokak genişliği beş metre bile değil. Birinin camından bakınca diğerinin salonu görünüyor… Son derece absürd bir durum. Sadece mahremiyet değil; güvenlik de çoktan yitirilmiş durumda.
Yangında müdahale imkânsız. Depremde bir bina yıkıldığında, yanındakini de beraberinde götürebiliyor… Bitişik nizam, mevzuata uygun olabilir ama şehir aklına uygun değil. Yıkılan binaların ardından ortaya çıkan tuğlasız duvarlar, bu plansızlığın somut ifadesi.
Artık bu modeli terk etmek zorundayız. Kentsel dönüşüm süreciyle birlikte, birkaç parselin birleştirilip tek ve sağlam yapılar hâlinde yeniden inşa edilmesi mümkün.
İnsanlar, zannedilenin aksine, dikey büyümeyle birlikte daha fazla nefes alabilir. Daha fazla yeşil alana, yürüyüş yollarına, oyun alanlarına sahip olabilir.
***
Sonra bu güçlendirme çalışmaları… Bugün “bina güçlendirme” adı altında sunulan çözümler, çoğu zaman gerçek bir önlem değil, olsa olsa bir oyalama taktiğidir. Bina güçlendirme, literatürden bile çıkartılmalıdır…
İnsanların, çürük binalarını yenilemek yerine güçlendirme yoluna gitmesinin nedenlerinden biri de (elbette ilk neden ekonomik) güçlendirme faaliyetleri imar harçlarından muaf tutulurken, yeniden inşa durumunda yüksek miktarda harç ve vergi ödemek zorunda kalınmasıdır. Bu durum, güçlendirme gibi yetersiz çözümleri cazip hâle getiriyor.
Oysa sistem, vatandaşı bu tür palyatif çözümlere mecbur bırakmak yerine, çürük binasını yıkıp yeniden yapmak isteyen kişiye teşvik sunmalı, en azından bu durumda imar harçlarını kaldırmalıdır.
Bu, karmaşık değil; sadece siyasi ve idari bir irade meselesidir.
Binanın temeline dokunmadan yapılan yüzeysel müdahaleler, felaket anında bir işe yaramıyor. Hatay’da, Maraş’ta bunu gördük. Güçlendirilmiş denilen binalar bile yerle bir oldu.
Hatta daha da çarpıcısı: Yeni yapılmış sıfır binalar bile çöktü.
Çünkü mesele sadece kolon değil, sistem. Mesele sadece demir değil, denetim.
Yıllar önce Ahmet Mete Işıkara’nın söylediği gibi: “Deprem öldürmez, bina öldürür.”
1999’da Kocaeli’nde, fay hattının içine düşen bir bekçi dışında kimse deprem yüzünden ölmemişti. İnsanlar, insan eliyle inşa edilmiş ihmalin enkazı altında kalarak can vermişti.
***
Bugün yapılması gereken açık: Kentsel dönüşüm yasası da, imar yasaları da rasyonel gerçekliğe uygun biçimde yeniden ele alınmalı.
Esnemek, güncellenmek, çağın ihtiyaçlarına göre yeniden kurgulanmak zorundalar.
Boğaziçi İmar Yasası da bu dönüşümden muaf tutulamaz.
Asırlık yalılar, köşkler, çürümekte olan betonarme ve ahşap yapılar, hepsi bilimsel, estetik ve güvenli temellerle yeniden inşa edilmeli.
Bunu yaparken, herkesi dinleyen; sadece masa başında değil, sokağın gerçeğinde düşünen bir yönetim modeline ihtiyaç var.
Yerel yönetimler ile merkezi idare arasındaki diyalog güçlenmeli.
Mimarlar, mühendisler, şehir plancıları sırça köşklerden, konforlu alanlarından çıkıp, sahaya inmeli ve empatiyle çözüm üreten aktörlere dönüşmeli. Sokağın sesini duymadan, ruhunu hissetmeden, o sokağa dokunacak imar kararları verilemez.
Çünkü plan masada değil, hayatın içinde anlam kazanır.
İmarı yazanlar, çizenler, yasaları çıkartanlar, uygulayanlar, belediye başkanları, meclis üyeleri, parlamenterler; sadece projeyi değil, o projeyle birlikte değişecek insan hayatını da düşünmek zorundadır.
Bu da ancak empatiyle, sahayla, yüz yüze gelmekle mümkündür.
Anıtlar Kurulu gibi yıllar içinde kastlaşmış yapılarsa, şeffaf biçimde gözden geçirilmeli.
Çünkü mesele sadece bina değil, zihniyet. Mesele sadece İstanbul da değil; bu topraklarda güvenle yaşamak isteyen herkes.
Artık enkaz kaldırmak değil, geleceği birlikte inşa etmek zamanı.
KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN SOSYAL YÖNÜ
Kentsel dönüşüm, sadece bina yıkıp yenilemekten de ibaret değildir. O binaların içinde biriken hayatlar, kurulan bağlar, mahalle kültürü de hesaba katılmalıdır.
Komşuluk, esnaflık, sokak hafızası… Bunlar da dönüşüm planlarının bir parçası olmalı. Birlikte yaşama kültürünü korumak önemli.
Evet, bazı bölgelerde parsel birleştirme, yapı bütünleştirme gibi adımlar atılabilir. Ama bu adımlar, insanların kendi mahallesinde, kendi sokağında, kendi adasında kalmasını sağlayacak şekilde atılmalı. Dönüşüm yerinde olmalı, insanı yerinden etmeden, yaşadığı yeri yaşanır kılarak. İnsanlara “Mahalleni terk et” diyemezsiniz. Çünkü İstanbul sadece taş duvarlardan ibaret değil; aidiyetin, hafızanın ve insanın ta kendisidir. Bu nedenle çözüm, insanı yerinden etmek değil; insana bulunduğu yerde hakkını vermektir.
Betonun içinde insan var ve insan, sadece barınmak değil, ait olmak ister.
***
Ayrıca artık yalnızca İstanbul’u dönüştürmek yetmez; akışı tersine çevirmek gerekir. Yıllar önce Anadolu’dan, Trakya’dan insanlar bu kente akın etti. Bugün aynı yoğunluk, Suriye’den, Afrika’dan, Orta Asya’dan devam ediyor. Her gelenin yönü İstanbul.
Artık sorulması gereken şu: Bu şehir daha ne kadar taşıyabilir?
Tersine göç teşvik edilmeli. Anadolu ve Trakya yeniden cazip hale getirilmeli. Tarım ve hayvancılık desteklenmeli, sanayi ve istihdam bu bölgelere yönlendirilmeli. İstanbul’un taşıdığı ekonomik yük, artık ülkenin tamamına daha dengeli yayılmalı.
Bugün Marmara ve İstanbul, Türkiye ekonomisinin %30-40’ını sırtlanıyor. Bu yoğunluk metrekare başına insan olarak düşünüldüğünde, sadece kalabalık değil, kriz anlamına geliyor.
Bunun için ciddi bir irade, tutarlı bir vizyon ve her şeyden önce adaletli bir devlet aklı gerekiyor. Sorun, şehirleşme sorununun ötesinde artık; insanca yaşamanın zemini kayıyor.
Bu şehir, sadece bir metropol değil; bir sınavdır. Akılla mı hareket edeceğiz, çıkarla mı? Geçmişin hatalarında mı direneceğiz, geleceği mi inşa edeceğiz? İstanbul’u kurtaracak olan ne beton ne yasa tek başına… Onu ancak adalet kurtarır. Adalet ise sadece mahkeme salonlarında değil; imar planlarında, şehir siluetinde, mahalle arasında, bir evin duvarında kendini gösterir.
Ya bir düzen kuracağız, ya da enkazın altında hep birlikte susacağız.
1 MAYIS
Bu kentte adalet, imar planlarında ve emeğin, hakkın, yaşamın planlarında kurulmalı.
Bugün 1 Mayıs; ; tam da bu adalet arayışının günü.
Bir şehirde güven, yasayla değil; emeği görünür kılmakla, hakkı eşit dağıtmakla başlar. Alın terinin var olduğu bir coğrafyada, adalet de beton kadar somut olmalıdır.
Sadık ÇELİK
sadikcelik.gorus@gmail.com