1. Haberler
  2. Genel
  3. Manşetlerin Gölgesinde “Hayat”

Manşetlerin Gölgesinde “Hayat”

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Her gün televizyonda, gazetelerde, sosyal medyada büyük sözler, manşetler, olağanüstü gelişmeler, son dakika olaylar…

Sabah işe yetişmeye çalışan insan, okul servisini bekleyen çocuk, mutfakta akşam yemeğini hazırlayan kadın ise hiçbir bültende kendine yer bulamaz. Her gün aynı saatte sokağın başından kalkan dolmuş, fırından yükselen poğaça kokusu, servis kornası, okul zili, asansörde çekingen bir gülümsemeyle selamlanan komşular, her sabah aynı saatte ve aynı ezgiyle öten kumru…

Halbuki bu ülkenin hayati damarları tam da buralarda atar.

Politik gündem büyüdükçe, sıradan hayatlar küçülüyor; büyük sözler küçük anları yutmaya başlıyor. Böylece biz esas olanı, yani günlük hayatı gözden kaçırıyoruz.

Bu yazı, manşetlerin gürültüsünde görünmezleşen o ritmin hakkını arıyor!

Manşetler, ekranlar, sosyal ağlar yani çağın dili, gürültülü ve hızlı konuşur. “Son dakika” kültürü, zihni dakikalara hapseder.

Yaşamak ise anlaşılmak için “yavaşlık” ister.

İnsan sabah kalkar, otobüs bekler, maaşını günlere böler, çocuğunu büyütür, pazara uğrar, bakkaldan ekmeğini alır, sınavına hazırlanır, eczaneye uğrar. Kimisi sabahın ilk ışıklarıyla ormanda yürüyüşünü yapar, kimi ise aynı dakikalarda karanlık fabrikada mesaiye başlar. Bunlar manşet olmaz. Oysa toplumun omurgası tam da bu sıradan ritimdir.

Siyaset hızlandıkça, toplumun ihtiyacı daha da yavaşlamaktır: Huzur, öngörülebilirlik, düzen.

Adalet denince hep büyük reformlardan, anayasalardan söz edilir. Halbuki gerçek adalet, insanın günlük hayatında ölçülebilir.

Adalet bazen bir otobüs saatinin dakikliğidir. Parklar güvenli mi? Ulaşım işliyor mu? Randevu sistemleri çöküyor mu? Elektrik faturası nasıl hesaplanıyor? Bu soruların cevabındadır. Çocuklarını okula götüren bir babanın, daracık sokakta pervasızca hız yapan bir sürücüyü uyarmasında ve bunun için çocuklarının gözü önünde tokat yemesinde aranmalıdır. Gücü ve lüksü elinde tutanın kendini her şeye hak görmesinde… İktidar vehmidir asıl tehlikeli olan. O kibir, sıradan insanın en basit itirazını bile cezalandırmaya kalkışır…

Adalet aynı zamanda, asırlık bir kurucu partinin mahkeme salonlarından çıkamamasında aranmalıdır. Ya da iktidar sahiplerinin her kararı kendi koltuklarını korumak için yontup yontmadığından belli olur. Dünyanın büyük güçleri ve sözde dünya liderleri kendi hırsları uğruna milyonları ateşe atmıyorsa, işte o zaman adaletin nefesinden söz edilebilir.

Adalet sofrada, sokakta, iş yerinde başlar; oradan yukarıya, belediye binasına, meclise, yargıya ve hatta dünya sahnesine doğru yayılır. Günlük hayatın küçük adaleti kurulmadan, büyük adaletin de sözü olmaz. Büyük sözlerin gücü, küçük imkanlarla sınanır. Vatandaşla devlet arasındaki güven tam da buralarda kurulur.

Filozofların “ortak dünya” dediği şey, kapı eşiklerinde başlar: Yaya geçitlerinde, kasislerde, sokak asfaltlarında, trafik lambalarında, hastanelerdeki sıralarda, kamu çalışanlarının nezaketinde… Büyük reform, küçük saygıyla sınanır.

Bir şehir, kaldırım yüksekliğinde sınıf atlar ya da düşer.

Siyasetin başarısı ve toplumun gücü, en zayıf olanın hayatını ne kadar kolaylaştırdığı ile ölçülür. Büyük siyaset dediğimiz şey, eğer sıradan insanın hayatını kolaylaştırmıyorsa, boş bir gürültüden ibarettir.

***

Dikkatimizi sürekli çalan bir ekonomi, her gün yükselen fiyatlar, bitmeyen geçim derdi, işsizlik kaygısı… Bunun yanında bitmeyen siyasi tartışmalar, durmaksızın akan haberler, krizlerle dolu dünya gündemi, savaş manşetleri, iklim felaketleri, göç dalgaları ve ekranlardan yağan bildirimler… Hepsi sonunda yurttaşlığımızı da çalar. Uzun dikkat parçalanır; parçalanmış dikkat ortak aklı kuramaz. Kızgınlık artar, nüans kaybolur. Öfke yükselir, anlam küçülür. Ekonomi, medya ve siyaset kalıcı çözümlerden çok anlık duygular üretmeye başladığında, toplum yavaş yavaş duygusal tükenmişliğe sürüklenir.

Bir ülke her gün olağanüstü haberlerle yönetiliyor ve yönlendiriliyorsa toplumun ruhunun yıpranması işten bile değildir. İnsanlar önce kaygıya düşer, ardından kayıtsızlığa alışır. Her an kriz, her an son dakika… Böyle bir ortamda kimse geleceğe güvenle bakamaz. Oysa umut küçük güven ortamlarından doğar. Çalışır bir sistem, düzenli işleyen hizmetler, bozulmayan günlük ritim…

İnsan elektrik faturasını öngörebiliyorsa, otobüs saatinde geliyorsa, randevu sistemi 6 ay sonraya gün vermiyorsa, çocuğunun okul zili zamanında çalıyorsa, emekli maaşı günü değil ayı ve tüm bir hayatı kurtarıyorsa, öğrenci bursunu vaktinde alıyorsa, çiftçi mazotunu öngörülebilir fiyata buluyorsa, işçi mesaisinin karşılığını zamanında ve hakkıyla alıyorsa, öğretmen, memur liyakate göre, adil bir biçimde atanıyorsa, esnaf ertesi sabah kepenk açtığında döviz kurunun dükkânındaki etiketleri değiştirmesine gerek bırakmayacağından, vergisini, kirasını, elektriğini ödeyebileceğinden emin olabiliyorsa, ülkenin her bir bireyi interneti keyfi yasaklamalardan azade, özgürce, kesintisiz kullanabiliyorsa, gazeteci yazdığından, sanatçı söylediğinden, yurttaş sosyal medyada paylaştığından dolayı başıma ne gelecek diye tedirgin olmuyorsa, yaşlı insan evinde yalnızlığa terk edilmiyor, düzenli sosyal destek ve bakım alabiliyorsa…

İşte o zaman nefes almak da umut etmek de mümkündür. Toplumu ayakta tutan da tam budur. Politikacıların büyük sözleri değil, vatandaşın günlük hayatı belirleyicidir. Çünkü toplumun asıl enerjisi, “olağan”ın işlemesinden gelir.

Manşetler gelip geçer. Geriye; sabah aynı saatte kalkan otobüs, çalışır bir sağlık sistemi, güvenli bir mahalle kalır. Politikacılar büyük laflarla övünmek yerine, sıradan hayatı onarmayı öğrenmeli. Çünkü bir ülkeyi güçlü yapan şey tarihi nutuklar değil, insanların günlük hayatına duyduğu güvendir.

Sıradan hayatların öznesi sıradan insan dediğimiz kimdir? Sade, ortalama, vasat bir figür mü? Yoksa tam tersine, sessiz çoğunluğu temsil eden görünmez kahramanlar mı? Toplumun gerçek taşıyıcıları…

Sıradan insanlar çoğu zaman görünmez; çünkü manşetler olağanüstüyü sever. Ama tarih bize şunu göstermiştir: Kriz anlarında toplumu ayakta tutan, bu görünmez insanların kurduğu sıradan hayatlardır. Savaş günlerinde bile umut, cephelerden yükselen naralardan değil, mahallede sabah fırının açılmasından, bir çocuğun okula gidebilmesinden doğar. Deprem anında en önce çalışan şey devletin mekanizmaları değil, komşuluk ilişkileridir. Pandemi günlerinden hatırlayın; en büyük dayanak, ev içindeki küçük düzenler; kaynayan bir tencere, açılan bir pencere, sabit kalan ritimler değil miydi…

Ortak dünya büyük nutuklarla değil, gündelik pratiklerle kurulur. Belki de asıl olağanüstü olan şey, olağanı sürdürebilmektir. Ve siyaset de tarih de, eninde sonunda bu basit gerçeğin etrafında dönmek zorunda kalır.

Sadık ÇELİK

sadikcelik.gorus@gmail.com

Manşetlerin Gölgesinde “Hayat”
Yorum Yap

Tamamen Ücretsiz Olarak Bültenimize Abone Olabilirsin

Yeni haberlerden haberdar olmak için fırsatı kaçırma ve ücretsiz e-posta aboneliğini hemen başlat.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Divriği Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin