Türkiye’de uzun zamandır yeni bir fikir doğmuyor. Aslında yalnızca fikir değil, düşünmenin kendisi tükendi sanki. Bilhassa 80’lerden sonra zihinsel üretim neredeyse tamamen dondu. Bugün hâlâ 20’lerin, 30’ların fikirleriyle konuşuyoruz çünkü yenilerini kuracak iklim kalmadı. Cumhuriyet’in ilk 50 yılına dönüp dönüp bakmamız nostalji değil, düşünsel kuraklığın itirafıdır.
Doğan Avcıoğlu’nun, Şevket Süreyya’nın, Falih Rıfkı’nın cümleleri bu yüzden hâlâ yaşıyor. Çünkü yerlerini dolduracak yeni sözler doğmadı. Onların ürettikleri, bir dönemin ürünü değil, bir zihinsel patlamanın yankısıydı. Tarihin kırılma noktasında, ateşle yoğrulmuş bir kuşak… İmparatorluğun çöküşüyle birlikte bir ulusun doğum sancılarını aynı bedende yaşamışlardı. Düşünmek onlar için bir entelektüel uğraş değil, varlığını sürdürme refleksiydi.
Bugün ise fikir, hayatta kalmanın değil, linç edilmenin bahanesi. Artık düşüncenin değil, tepkilerin çağındayız. Herkesin sesi var, kimsenin sözü yok. Sosyal medya, düşüncenin değil öfkenin dolaşım ağına dönüştü. Aynı fikri paylaşan iki insan bile, farklı kelimeler kullandıkları için birbirini düşman bellemiş durumda. Tahammül eşiği sıfır. Aykırı düşünceye yer yok, eleştiriye alan yok, meraka sabır yok. Muhalif olmak artık hem risk, hem de suçun bizzat kendisi. Orijinal fikir, daha doğmadan şüpheli addediliyor.
Aslında fikir, güvenli limanlarda değil; tehlikenin tam ortasında doğar. Savaşların, sürgünlerin, yoksulluğun, devrimlerin içinden geçen o kuşakların düşünceleri işte bu yüzden derindi. Çünkü acıdan geçmişti. Onlar, 10 yılda 300 yıllık dönüşümü sırtlamış bir kuşaktı. İçine doğdukları imparatorluğu toprağa gömmüş, yepyeni bir dünyanın sancısını taşımışlardı. Çok büyük, çok travmatik deneyimleri, hayat tecrübeleri var bu kuşakların. Bizim için tarih olan, onlar için gündelik hayatın kendisiydi. İşte bu yüzden o dönemin fikirleri hâlâ capcanlı, hâlâ tartışmaya değer; çünkü o fikirler kâğıttan değil, hayattan doğmuştu. Çünkü herkes, içinde yaşadığı sistemin birer ürünüdür.
Bizse uzun süredir yalnızca tüketiyoruz, kelimeleri, anlamları, fikirleri… ve bir toplum düşünmeyi bıraktığında, geçmişi de bugünü de ancak başkalarının cümlelerinden öğrenir.
Cumhuriyet, düşünme cesaretinin ve fikri eyleme dönüştürme iradesinin adıdır. Bugün onu yeniden hatırlamak zorundayız; çünkü kaybettiğimiz şey bir rejim değil, hakikatin peşine düşme cesaretidir.
***
Bir imparatorluğun omuzlarında yüzyıllarca taşınmış bir halk… Bir sabah uyanıyor ve o imparatorluk artık yok. Kendini o büyüklüğün, o aidiyetin üzerinden tanımlamış bir toplum, birden “kim” olduğunu sorar hâle geliyor.
Cumhuriyet, işte o sorunun cevabını bulma çabasıdır: “Biz kimiz?Osmanlı’nın ardından gelen reformlar, devrimler, ideolojiler, aydınlanma pratikleri, bu sorunun cevabını halkın kalbine aynı hızla ulaştıramamıştır. Falih Rıfkı’nın dediği gibi, “İslâm emperyalizmi” çökmüştür; yerine kurulacak yeni kimlik ise henüz şekillenememiştir.
O yüzden Cumhuriyet’in ilk kuşakları, yalnızca yeni bir devlet değil, yeni bir benlik inşa etmeye çalışıyordu. Devletin kuruluşu, bir millete dönüşme çabasının adıydı aslında ve her doğum elbette ki sancılıydı…
***
İttihat ve Terakki’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişini Falih Rıfkı “kumar” olarak tanımlar. “Ahmed’im nerede?” diye oğlunu arayan bir Anadolu anasına, “Biz Ahmed’i kumarda kaybettik,” der.
“Anadolu Ahmed’ini soruyor. Ahmed… O, daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed… Şimdi onun pahasını, kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz. Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek… Onunla ne kazandığımızı bu anaya anlatabilsek… Onu övündürecek bir haber verebilsek… Fakat biz Ahmed’i kumarda kaybettik!”
Anadolu’nun yoksul çocuklarının, adlarını bile bilmediğimiz binlerce “Ahmed”in kaybolduğu o kumar masasında bir imparatorluk da kaybolmuştur. Analar, “Ahmed’imi gördün mü?” diye sorarken, kimse hangi Ahmed’den söz ettiğini bilmez artık. Çünkü her evin bir “Ahmed”i vardır.
Falih Rıfkı’nın ifadesiyle, “Biz Ahmed’i görmedik ama Ahmed her şeyi görmüştü…”
Bu cümle, bir dönemin acısının en yalın, en vurucu tasvirlerinden biridir.
Cumhuriyet’in doğduğu topraklar, tam da bu çığlıkların, arayışların ve çaresizliklerin yankısıyla yoğrulmuştur. Bir imparatorluğu gömenlerin torunları, artık yeni bir fikri, yeni bir kimliği, yeni bir kaderi taşımak zorundaydı.
***
Cumhuriyet’in doğduğu o yoksul, yorgun topraklarda her şey eksikti. İğneden ipliğe, yoldan elektriğe, fabrikaya, sanayiye, aydınlanmaya…
En çok eksik olan şey ise iktisadi bir bilinçti. Anadolu insanı ticareti hiç tanımamıştı; üretim, pazar, sermaye kavramları hep başkalarının elindeydi. Yahudilerin, Ermenilerin, Rumların…
Yüzyıllar boyunca imparatorluğun omurgasını taşıyan köylü, yeni devletin yurttaşına dönüşürken elinde sadece yoksulluğu vardı.
İşte bu yüzden Cumhuriyet, yalnızca siyasal bir devrim değil, ekonomik bir uyanışın çağrısıydı aslında. Mustafa Kemal bunun farkındaydı. İzmir İktisat Kongresi’ni toplayarak yeni bir kalkınma modeli aradı. “Kimsesizlerin kimsesizi” olmaya aday yeni bir rejimi, yalnızca fikirle değil, üretimle ayakta tutmak gerekiyordu. Ancak sorun şuradaydı: Cumhuriyet’i kuran kadrolar, savaşın içinden gelen asker-bürokrat aydınlardı; ruhları devrime hakimdi, fakat ekonomiye değil. Devrim düşünsel olarak ilerici, ekonomik olarak kırılgandı.
Tam da bu noktada Doğan Avcıoğlu çıkıyor karşımıza, “Türkiye’nin Düzeni: Dün, Bugün, Yarın” kitabında sorduğu o yalın ama yıkıcı sorularla. “Türkiye neden kalkınamadı? Nasıl kalkınır? Bu düzen nedir ve nasıl değişir?”
Uğur Mumcu’nun “tek başına bir kütüphane” dediği Avcıoğlu, Türkiye’nin sosyoekonomik yapısını röntgen gibi açıyor önümüze.
Ona göre, Kemalist devrim üstyapıda, eğitimde, hukukta, kültürde büyük başarılar kazanmıştır fakat altyapıda, yani iktisadi bağımsızlıkta, toprak ağalarının ve dışa bağımlı sermayenin etkisini kıramamıştır. Yani devrim, ekonomik olarak yarım kalmıştır.
Avcıoğlu’nun “milli devrimci kalkınma modeli” dediği şey, tam da bu eksikliğe bir cevaptı: Toprak reformu olmadan, devletçi sanayileşme tamamlanmadan, emperyalizmin gölgesinden kurtulmadan gerçek bağımsızlık mümkün olamazdı. Aslında önerilen, devletçi-sosyalist bir ekonomi modeliydi.
Bu görüş, 68 kuşağını derinden etkileyen “Milli Demokratik Devrim” fikrinin de temelini oluşturdu.
Avcıoğlu’na göre Türkiye’nin önündeki asıl engel dış güçler değil, onların içerideki işbirlikçi burjuvazisiydi.
Ancak Kurtuluş Savaşı, eşrafın köylü üzerindeki nüfuzuna dayanarak yürütülmüştü; zaferden sonra o eşraf tasfiye edilmedi. Aksine, yeni düzenin faydasını en çok görmeyi bekleyen ve gören onlar oldu. Aşağıdan gelen bir toplumsal hareket yoktu; devrimi yukarıdan yapan kadrolar, bu nedenle köklü bir ekonomik devrimi gerçekleştiremedi.
Avcıoğlu’nun da bu noktada sorduğu gibi; “Gazi, hangi toplumsal güce dayanarak prekapitalist düzeni tasfiye edebilirdi ki?”
Sorunun cevabı o gün verilemedi ve belki bugün de hala verilemedi.
Çünkü Cumhuriyet’in ekonomik mirası, bir yandan devrimci, bir yandan muhafazakâr bir ruh taşıdı hep. Devletçilikle liberalizm, halkçılıkla eşraf düzeni, kalkınma arzusu ile çıkar ilişkileri iç içe geçti.
Mustafa Kemal’in arkasındaki bir avuç ilericinin, savaşın içinden gelen muazzam bir gericiler kitlesiyle didişerek, santim santim kopardığı bir devrimdi. Partinin içinde bile fikir birliği yoktu. Bir yanda aydınlanmanın tamamlanmasını, devletin güçlü bir biçimde ekonomiyi yönlendirmesini isteyenler; öte yanda “artık devrimler tamamlandı” deyip, daha liberal bir yön arayanlar… Bu iki eğilim, Cumhuriyet Halk Partisi’nin tarihine kazınan sürekli bir gerilim yarattı.
Köy Enstitüleri kapatıldı, büyük toprak reformları rafa kalktı,
“aydınlanmanın devamını isteyenler” ile “kazancın devamını isteyenler” aynı partinin içinde birbirini tüketti.
Bu sırada asker-bürokrat kökenli namuslu insanlar Anadolu’nun yoksul, eğitimsiz yapısını görüyordu. Bu yüzden devrimlerin, daha uzun süre devletin ve tek partinin kontrolünde götürülmesi gerektiğine inanıyorlardı. Belki de haklıydılar… Demokrasi, okuma yazma oranının yüzde onu geçmediği bir toplumda nasıl tam anlamıyla filizlenebilirdi ki? Uzlaşı arayışıyla açılan kapı, zamanla devrimlerin geriye sarmasına yol açtı… Cumhuriyet’in ilerici damarını temsil eden akıl, yerini çıkar hesaplarının sessiz egemenliğine bıraktı.
Cumhuriyet bir yol aramıştı ve çok şey başardı. Sanayide, eğitimde, üretimde kısa sürede büyük atılımlar yapıldı. Ülke, demir ağlarla örülüyor; Sümerbank’la tekstil ve dokuma sanayii, Etibank’la madencilik, MTA’yla yeraltı kaynaklarının araştırılması, Karabük demir çelikle ağır sanayi, şeker fabrikalarıyla tarıma dayalı üretim ayağa kaldırılıyordu. Kayseri ve Nazilli bez/basma fabrikaları, Bursa Merinos, Gemlik suni ipek, Kırıkkale mühimmat, Paşabahçe cam gibi yatırımlar Cumhuriyet’in “üreten devlet” vizyonunun sembolleriydi.
Fakat kendi burjuvazisini yaratmaya çalışırken, farkında olarak ya da olmadan bağımlılığını yeniden üretti. Ortaya çıkan sınıf, devletten beslenen ama devlete rağmen var olamayan bir burjuvaziydi; yani özgür değil, gölgede büyüyen bir sınıf…
Çok partili hayata geçiş, devletçi üretim modelini liberalleşme rüzgârına bıraktı. Devlet eliyle yaratılmaya çalışılan üretici sınıf, yerini ticaretle zenginleşen yeni bir sermaye çevresine bıraktı.
1960’lar ve 70’lerde ithal ikamesiyle bir süre nefes alınsa da, üretim yerine tüketim alışkanlığı derinleşti; bağımlılık biçim değiştirerek sürdü. 1980’lere gelindiğinde ise yeni bir dönemin kapısı açıldı. 24 Ocak Kararları’yla ekonomi finansal serbestliğe açıldı; üretimin yerini para hareketleri aldı. Özelleştirme politikalarıyla Cumhuriyet’in ekonomik mirası el değiştirmeye başladı. Özal’la birlikte kamuya ait fabrikalar, sanayi tesisleri ve üretim kurumları, “verimlilik” adı altında birer birer satıldı. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında kamuda planlanan imalat, üretim ve kamu sanayii yatırımları yerini, sermaye piyasaları ve finans aracılığıyla kazanç arayışına bıraktı. Bankalar, borsalar, ithalat şirketleri hızla zenginleşti; sanayi gerilerken finans büyüdü. Cumhuriyet’in “üreten yurttaş” ideali, yerini, “kazanan yatırımcı” imajına bıraktı. Artık üretim değil, ithalat konuşuluyor, finans kazandırıyordu; alın teri değil, döviz kuru belirleyiciydi.
2000’lerle birlikte bu tablo derinleşti. Kalan kamu varlıklarının büyük bölümü de özelleştirmelerle el değiştirdi. Ekonomi giderek inşaat, ve müteahhitlik projeleri etrafında döner hâle geldi. Betona dayalı bir büyüme modeli… Yol, köprü, konut ve AVM’lerle şekillenen bu yeni düzen, ülkeyi üreten değil, tüketen bir yapıya sürükledi. Ülke ekonomisi, toprağın bereketinden değil, betonun gölgesinden beslenir oldu. 2010’lara gelindiğinde imalatın omurgasını taşıyan özel sektör şirketlerinin de önemli bir kısmı yabancı sermayenin eline geçmişti. Stratejik sektörler çokuluslu şirketlerin kontrolüne açıldı. İhracat değil ithalat belirleyici oldu; her şey dışa bağımlı hâle geldi. Artık etten nohuta, mercimekten fasulyeye kadar pek çok şey ithal edilir oldu. Anadolu toprakları adeta terk edildi…
2015’lerden sonraki dönemde ise yabancı sermaye yönünü yavaş yavaş dışarı çevirdi; bir zamanlar “yatırım cenneti” olarak sunulan ülke, artık sermayenin bavulunu toplayıp gitmeye hazırlandığı bir iklim hâline geldi. Yanlış ekonomi politikaları, günü kurtarmaya odaklı “nas” söylemleri ve dengesiz faiz-kur kararlarıyla, üretim yerine rant ödüllendirildi. Parası olan kazandı, üreten cezalandırıldı adeta. Böylece ülke, adım adım bir üretim ekonomisinden çıkıp, finansal spekülasyonlara ve inşaata dayalı bir rant ekonomisine dönüştü. Sonra da ağır bir enflasyon sarmalına teslim edildi. Alım gücü eridi, yaşam maliyetleri kontrolsüz biçimde yükseldi. Ne üretici kazançlı, ne tüketici huzurlu; toplumun her kesimi mevcut tablodan yorgun, umutsuz ve memnuniyetsiz.
Yalnızca yabancılar değil, Türk şirketleri de üretim tesislerini ve merkezlerini başka ülkelere taşımaya başladı. Çünkü hukukun, adaletin ve öngörülebilirliğin olmadığı yerde ne yatırım kalır, ne üretim… Sermaye güven ister; emeğin, bilginin, fikirlerin yeşerebilmesi için zemin gerekir. O zemin kaybolduğunda, geriye sadece sessizlik ve toz kalır boşalan fabrikaların, kapanan atölyelerin, eriyip giden üretimin sessizliği.
***
Bugün Türkiye’de hâlâ düzen hala aynı. Değişen yalnızca isimler. Sosyoekonomik yapı aynı kaldığı sürece de hiçbir devrim tam olamaz.
Avcıoğlu’nun uyarısı bugün hâlâ geçerli:
“Bağımsızlık ve çağdaş uygarlık ülküsünü gerçekleştirme yolundaki en büyük engel, bugünkü düzenin ta kendisidir.”
Bugün o düzen, yalnızca ekonomiyi değil, düşünceyi de teslim almış durumda. Devletle iç içe geçmiş çıkar grupları, ihalelerle büyüyen sermaye, ranttan beslenen bir ekonomi…
Kurumsal yapı çökerken, liyakat bir erdem değil, bir tehlike sayılıyor.
Sadakat yükseliyor, bilgi değer kaybediyor.
Cumhuriyet’in kurucu aklı bir ülkeyi ayağa kaldırmak için fikir üretmişti; bugünün düzeni ise o fikirlerin kalıntılarıyla vitrin süslüyor. Düşünmek risk, sorgulamak tehlike, eleştirmek nankörlük sayılıyor.
Cumhuriyet, bir yönetim biçimi değil, bir düşünme biçimiydi.
Eğer bugün o düşünme biçimini yeniden kuramazsak, elimizde kalan yalnızca bir takvim yaprağı, bir tören, bir hatıra olur.
Bugün, tam da bu yüzden, başta kurtuluş ve kuruluş mücadelesi veren parti olmak üzere hepimiz yeniden sormalıyız: Bu düzen nedir? Kimindir? Biz kimiz?
Sadık ÇELİK
sadikcelik.gorus@gmail.com

