1. Haberler
  2. Genel
  3. CHP’de Yaşananlar

CHP’de Yaşananlar

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

15 – 21 EYLÜL’E DOĞRU CHP ve DEĞİŞTİRİLMESİ GEREKEN PARTİLER YASASI ile SEÇİM SİSTEMİ

Gürsel Tekin Kararını Tanımamak

İstanbul İl Başkanlığına Gürsel Tekin’in, kimilerine göre “çağrı heyetinin başı”, kimilerine göre “kayyum” olarak atanması, CHP’nin tarihsel krizlerinden birinin simgesine dönüştü.

Mahkeme, Özgür Çelik’i görevden aldıktan sonra Tekin görevlendirildi. Gürsel Tekin’in ilk mesajları son derece sıcak ve uzlaşmacıydı: “Ortada bir cenaze var, gelin bunu birlikte kaldıralım, diyerek, krizi masada ve “içeride” çözmeye davet etti. Davete elbette icabet edilmedi.

Bu dava siyasidir, doğrudur. Davalar siyasi olabilir ama kararlar hukuki olmak durumundadır. Hakimler kararlarıyla konuşur. Hakim, verdiği kararı gerekçelendirmek zorundadır. Karar siyasi olabilir, tartışmalı olabilir, hatta anayasa ya da emsallerle çelişebilir, hakimlerin yanlış karar verdiği düşünülebilir, eleştirilebilir ama yine de ortada bir hukuki zemin vardır. Bugün “saraya yakın yargı” denilse bile, devletin karar organı olarak mahkemenin hükmü geçerlidir. Devleti kurmakla övünen bir partinin, “hukuku tanımıyorum” diye haykırması kendi kökünü inkâr etmektir.

YSK, CHP’nin ilçe kongrelerini durduran kararlara itirazını kabul etti ve ilçe kongrelerinin yapılmasına karar verdi. Öte yandan bugün kurultay delegelerinin yetkileri dondurulmuş durumdadır. Hukuki tartışmalar yapılabilir, itiraz üst mahkemeye götürülebilir. Ama “tanımıyorum” dediğiniz anda, yalnızca bir karara değil, hukuk ilkesinin kendisine meydan okumuş olursunuz. Direnme hakkı vardır, itiraz mümkündür; fakat siyaseti hukuk dışı restleşmelere hapsetmek, çözümü daha da zorlaştırır.

Bu tartışmalar sürerken parti, 14 Eylül’de Ankara Tandoğan’da gövde gösterisi niteliğinde kayyuma hayır mitingi düzenleyeceğini açıkladı.

İstanbul’daki gelişmelerin Ankara’daki mahkemeyi etkileme ihtimaline karşı CHP Genel Başkanı Özgür Özel, 21 Eylül’de olağanüstü kurultay kararı aldıklarını duyurdu. Özel, 15 Eylülde partinin genel başkanlığına bir kayyum atanırsa o kayyum orada sadece altı gün durur; altı gün sonra parti seçilmiş genel başkanını yeniden seçer” dedi.

Karşı taraf ise eğer mutlak butlan kararı çıkarsa yalnızca kurultay değil, genel başkan sıfatının da düşeceğini söylüyor. Böyle bir durumda Özgür Özel’in aldığı kararların tümünün yok hükmünde sayılacağı öne sürülüyor. Buna karşılık CHP yönetimindeki hukukçular ise kurultayın yapılabileceğini, çünkü bu kez kararın yönetimden değil, bizzat delegelerin talebinden kaynaklandığını savunuyor…

YSK, CHP’nin il kongresini yapmasına onay vermiş, “mani yok, yapabilirsiniz” demiş. Aynı süreçte İstanbul’a sulh hukuk mahkemesi kayyum atıyor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Bir yanda seçim izni, diğer yanda kayyum kararı… Partililer ister istemez birbirine düşüyor. Bir haftadır CHP’nin yaşadığı kaosun haddi hesabı yok…Tam bir zihni sinir hali…  Eğer kongre yapılacak ve sonucu Özgür Çelik lehine çıkacaksa, o halde neden kayyum atandı diye sorulmaz mı? Eğer tüm bu usulsüzlükler mahkeme tarafından tespit edilir, kurultayın iptali ve kayyum kararı hayata geçerse, o durumda YSK’nın da buna uyum göstermesi gerekmez mi? Aksi halde hukuk kendi içinde çelişkiye düşmez mi?

Ortalık toz duman; kimse neye göre hareket edeceğini, hangi kararın bağlayıcı olduğunu bilmiyor… Burada tek bir kazançlı vardır, o da iktidar partisidir…

Bu ülkenin seçim kanunu, seçim sistemi ve partiler yasası artık ülkeyi taşıyamıyor. Mevcut düzen korunduğu sürece yaşadığımız krizler ve ayıplar tekrar edecek. Bundan kurtulmanın tek yolu, seçim sistemini ve partiler yasasını acilen değiştirmek, çağın ve bilhassa da ülkemizin gereklerine uygun hale getirmektir.

Ayrıca baraj sistemi, seçim hayatımızdan tamamen çıkarılmalı. Oysa 1965 seçimlerinde uygulanan “milli bakiye” sistemi sayesinde yüzde 1 oy alan parti bile parlamentoda temsil edilebilmişti. Bugünse yüzde 6–7 oy alan bir partinin Meclis’e girememesi, oylarının başka partilere yazılması gibi antidemokratik bir tabloyla karşı karşıyayız. Yönetimde istikrar, temsilde adalet ilkesi… Pratikte istikrar adına atılan adımlar, temsilde adaleti gölgede bırakıyor. Nispi baraj sistemi, güçlü tek bir partiyi öne çıkarırken milyonlarca seçmenin iradesini yok sayıyor. Yönetimde istikrar, mevcut hükümetlerin temel prensibi olmuşken; temsilde adalet hep ikinci plana itildi. Oysa Avrupa’nın birçok ülkesinde seçim barajı ya hiç yok ya da %0–5 aralığında uygulanıyor. Bizde ise %7 barajıyla Türkiye, dünyanın en yüksek seçim barajlarından birine sahip ülkelerden biri. Düşünce farklılıklarının bu kadar yoğun olduğu bir ülkede milyonlarca seçmenin iradesini yok saymak kabul edilemez. Seçmen doğrudan kendi vekiline oy verebilmeli; üçüncü derecede, dolaylı bir seçici konumuna indirgenmemelidir.

***

Mahkeme, İstanbul İl Başkanlığı’na kayyum olarak atadıktan sonra CHP Genel Merkezi, İstanbul İl Başkanlığı binasının Genel Başkan Özgür Özel’in çalışma ofisi olarak belirlendiğini ve il başkanlığının Bahçelievler İlçe Başkanlığı binasına taşındığını duyurdu. Ancak bu kararın kendisi başlı başına tartışmalı. Çünkü mevcut durumda görevlendirilmiş yeni bir il başkanı var. İl başkanlığının taşınmasına karar verecek olan makam yalnızca o il başkanıdır. Bu karar alınır, genel merkeze gönderilir ve genel merkez tarafından onaylanır. Fakat burada böyle bir süreç işletilmedi. Dolayısıyla yapılan bu tasarruf baştan aşağı sorunludur.

Herkes kendi kalesine kapanıyor. Oysa mesele, partinin iç dinamikleriyle aşılabilecek bir krizken, bugün ülke gündemini rehin alan bir düğüme dönüşmüş durumda.

Olaylar Buraya Nasıl Geldi?

CHP bugünkü krize birdenbire sürüklenmedi; adım adım, bağıra bağıra geldi. O kurultayın hangi yöntemlerle gerçekleştirildiğini aslında en iyi bilenler bu adımları atanlardı. Kılıçdaroğlu’nun nasıl devrildiği, hangi manevralarla gönderildiği de hafızalarda. Ardından ona reva görülen haksızlıklar… Günah keçisi ilan edildi, saygısızca sözlerle yıpratıldı, ailesi tehdit edildi. Oysa Kılıçdaroğlu’na edilen her hakaret, aslında doğrudan CHP’nin tarihine, geleneğine yönelmişti.

Bu tabloyu gören iktidar partisi, CHP’nin kolayca parçalanabilir bir yapı olduğunu fark etti ve bastırmaya başladı. Dijital çağda giz perdesi yok artık; bir yerden fısıldanan dedikodu, öteki uçta megafona dönüşüyor. Hele işin içinde para varsa, yankısı katlanıyor. Belediyelerin imkânlarını siyasal kasaya çevirmek… Bu, ne rekabetin kuralı ne de siyasetin ahlakı olabilir. Hele ki ülkeyi yönetmeye talip bir partide, bu zaaf en ağır günah sayılır. Böyle başladı çürüme.

Örgütün, siyasetin öznesi değil adeta personeli haline getirilmesi; herkesin kendi etki alanını kurması, “saça göre tarak” anlayışının kurumsallaşması…

Bir buçuk yıl önceki şaibeli il kongresi ve kurultay dönüm noktası oldu. Özgür Çelik İstanbul’da, Özgür Özel genel merkezde kazandı. Ama nasıl? Delegelerin iradeleri sakatlanarak mı, rüşvetle mi, vaatlerle mi? Bu soruların cevabı net değil ama gölge düştüğü kesin. Kaybedenlerin öfkesini anlamak da bu yüzden mümkün; çünkü yönetim doğal yollarla el değiştirmedi. Sonra itirazlar partinin içinden geldi, dosyalar mahkemeye taşındı. Mahkeme de “bu şaibeyi inceleyeceğim” dedi.

Siyasette rakip, her zaman sizin açığınızdan faydalanır. O halde çelme takılacak hale gelmemek gerekir. CHP, kendi ayağına bağladığı zincirlerle bugün bu noktada.

Yine de hakkını teslim edelim: Türkiye’de en çok yarışlı kongre düzenleyen partidir CHP. Sandalyelerin havada uçuştuğu kurultaylar bile bir biçimde orta yol bulurdu. Ancak bu son kurultaylarda o denge kayboldu. Ortak payda bulunamadı, ve parti, tarihinin en ağır iç kırılmasını yaşıyor.

Chp’deki Delegelik Sistemi

CHP’nin en sancılı damarlarından biri, mahalleden kurultaya uzanan delegelik zinciri. Burada adeta bir “delegelik mesleği” var. Babadan oğula geçen bir unvan gibi… İlçe yöneticiliği, il delegeliği, kurultay üyeliği, meclis üyeliği; kuşaktan kuşağa devredilen koltuklar… Partiye yeni katılan, kendi emeğiyle siyaset yapmak isteyenler sık sık bu duvarlara çarpıyor… Ya bu düzenin parçası olacaksın ya da kenara itileceksin. Delegeler, halkın iradesini partiye taşımak yerine, kendi çıkarlarını koruyan kapalı bir kast gibi davranıyor.

Halk sandık başında iradesini ortaya koyduğunu sanıyor, fakat gerçek öyle değil. Vatandaşla bu “profesyonel” delege sınıfı arasında kalın duvarlar var.

Sağ partiler, kadrolarında esnaf, tüccar, iş insanı gibi ekonomik alanda kendini göstermiş isimlere daha fazla yer açabiliyor. Bu da onlara toplumsal tabanla daha sıcak bir temas imkânı sağlıyor. CHP’de ise tablo biraz farklı. Elbette farklı meslek gruplarından temsilciler var, ancak üst yönetimde hukukçuların ağırlığı dikkat çekici. Genel başkan yardımcılarından MYK üyelerine kadar uzanan bu yoğunluk, partinin dilini ve yaklaşımını da belirliyor. (İşin kötü yanı, halk artık hukukçulara ya da sağlıkçılara bile eski saygıyı göstermiyor. Bu alanların ticarileşmesi, itibarlarını erozyona uğrattı…) Milletvekilliği emekliliği için siyaset yapan, halkın gözünde yalnızca kendi geleceğini düşünen isimler tarafından işgal edilen koltuk sayısı günbegün artıyor.

Mesleki çeşitlilik yokluğu, partinin en büyük handikaplarından biri. İş insanı, mühendis, sanayici… hayatın içinden gelen, kendi emeğiyle yükselmiş insanları CHP’de görmek zor. Bu yüzden de CHP, geniş kitlelerle bağ kurmakta zorlanıyor.

1950’de Menderes’in “Söz milletindir” yaklaşımı boşuna değildi; toplumsal tabana yaslanan bir çağrıydı. Bugün hâlâ sağ partilerin iktidar pratiğini besleyen damar işte o. CHP ise toplumsal zeminde köksüzleşiyor…

Güç Zehirlenmesi

CHP’nin tarihinde her dönemin kendi muktedirleri olmuştur. Dün Baykal’ın rüzgârı esiyordu, sonra Kılıçdaroğlu’nun sözü geçer oldu, bugün Özel ve İmamoğlu’nun sesi daha gür çıkıyor. Orta yol arayan, “durun, böyle gitmez” diyen sağduyulu seslerse giderek marjinalleşiyor. Partide iktidar, dönemin hâkim kadrosunun tekelinde şekilleniyor.

Bu tablo özellikle yerel yönetim zaferleriyle daha görünür hale geldi. CHP, 1994’ten bu yana yerel yönetimlerde üç-beş kıyı şehri hariç iktidar yüzü görememişti. Zaten çok partili hayata geçtikten sonra, koalisyonlar ve azınlık hükümetleri dışında hiçbir dönemde tek başına iktidara gelememiştir… Dolayısıyla 2019 ve ardından 2024 seçimlerinde büyükşehirlerin alınması, parti için bir dönüm noktasıydı. (Kaldı ki 2024 yerel seçimlerindeki başarı da bugünkü genel merkezin değil, Kılıçdaroğlu’nun yıllar içinde kurduğu ittifak siyaseti ve topluma açılma stratejisinin ve aynı zamanda  halkın yıllar boyunca biriktirdiği enerji ve “iktidardan kurtulma” yönündeki yoğun arzunun ürünüdür. Sandıktaki zafer, aslında genel merkezin çabasıyla değil, Kılıçdaroğlu’nun uzun vadeli emeğiyle mümkün olmuştur.)   Ancak elde edilen bu güç, doğru yönetilemedi. İmkanlar adil bir biçimde paylaşılmadı, dar kadroculuk mantığı ağır bastı. Tabandan tavana yayılan bu anlayış, partinin mayasını bozdu.

Kılıçdaroğlu ve yakın çevresi, aşağıda kaynayan çıkar ilişkilerinin boyutunu zamanında göremedi. Belediyelerde imkanların hoyratça dağıtılması, örgütü personelleştiren ilişkiler, zamanla yukarıyı da aşındırdı. Bu zeminde İmamoğlu kendi kadrosunu inşa etti: Ali Mahir Başarır, Özgür Özel, Tekin Bingöl, Veli Ağbaba, Gökhan Zeybek… Bir dönem Kılıçdaroğlu’nun yanında duran isimler, yeni güç merkezinin etrafında toplandı. Ortaya, ideolojik ilkelerden çok çıkar dengeleriyle beslenen bir tablo çıktı.

Seçmen ise ülkedeki genel manzara karşısında “kim gelirse gelsin, yeter ki bunlar gitsinler,” duygusuna kapıldı, yerel seçimlerin kazanılması bu duyguyu daha da perçinledi. Bu intikamcı ruh hali, siyasetin dilini daha da sertleştirdi, kutuplaşmayı derinleştirdi. CHP’nin içindeki güç zehirlenmesi, yalnızca partinin değil, ülkenin siyasal dengelerinin de zehirlenmesine yol açtı.

***

CHP’de İmamoğlu’nun yükselişiyle birlikte CHP’nin alışıldık dengeleri altüst oldu. Kongre ve kurultaylarda bugüne dek bu yoğunlukta görülmemiş yöntemler devreye girdi; para ilişkileri, blok listeler, belediye imkanlarının örgüt üzerinde baskı unsuru olarak kullanılması… Partinin hafızasında pek de olmayan bu usuller, yılların geleneğini aşındırdı. CHP’nin “örgüt temelli” kimyası, “belediye kaynaklı” bir siyasete dönüştü. Bu kayma yalnızca kadroları değil, partinin ruhunu da değiştirdi.

Partinin bugünkü çıkmazının temelinde İmamoğlu’nun yarattığı bu kimyasal değişim var. Elbette CHP tarihinde krizler, çekişmeler eksik olmadı. Ama bu kez mesele kitlesel ölçekte; kurultay delegelerinin iradesi sakatlandı, örgüt belediye kaynaklarıyla kuşatıldı, partililer personel gibi hizaya sokuldu. Kongreler böylece “yarış” olmaktan çıktı, “tasfiye” ve “teslimiyet” sahnesine dönüştü. CHP’de yaşananların kısa özeti şudur: Bugünkü tablo, sakatlanmış ve gasp edilmiş bir kurultay iradesinin ürünüdür. Hile ve şaibelerle alınmış bir kurultayın sonucu olarak bugün bu krizleri hep birlikte yaşıyoruz.

Biraz da Tarih

Kitleler afyonlanmış gibi… Duymak istemedikleri hiçbir sesi duymuyor, görmek istemedikleri hiçbir gerçeği görmüyor. Bu topraklarda siyaset, alın teriyle değil, devletin ve belediyelerin dağıttığı imkânlarla kuruluyor. Karşısında durmak neredeyse imkânsız.

Türkiye’de siyaset uzun zamandır “demokrasicilik” oyunu ile yürütülüyor. Oysa demokrasi, erdemlilerin ve soyluların arasında doğmuş bir yönetim biçimiydi. Yolsuzluk ve hırsızlıkla ayakta durabilecek bir sistem değildi.

Eski Yunan polislerinde doğrudan demokrasi denendi, ardından krallıklar, derebeylikler, imparatorluklar geldi. Aydınlanma ve milliyetçilik dalgalarıyla modern demokrasilere ulaşıldı. Batı, sosyal demokrasiyi bir ölçüde tutturdu. Bizim gibi ülkelerdeyse hep aksayarak yürüdü. Cumhuriyeti kuran Atatürk ve arkadaşları, I. Dünya Savaşı’nın ardından Anadolu’yu yeniden ayağa kaldırdı; eğitim, kadın hakları, modernleşme hamleleriyle bir temel attı. Fakat toplum hiçbir zaman dinin ve gücün gölgesinden tam anlamıyla sıyrılamadı.

II. Dünya Savaşı sonrası Celal Bayar ve Adnan Menderes dönemi, Cumhuriyet’in aydınlanma sürecini ters yüz etti. Demokrat Parti, devlet imkânlarını yerel teşkilatlara dağıtarak biat kültürünü kurdu. Ardından 1960’da ordunun yönetime el koyması… (Burada bir parantez açmak gerekir: 1961 Anayasası, bugüne dek hazırlanmış en demokratik anayasa kabul edilir. Çağdaşlaşma yolunu açan, ileri demokrasi ilkelerini hayata geçirmeyi hedefleyen bu metin; yargı bağımsızlığını güvence altına almış, Anayasa Mahkemesi’ni kurmuş, Sayıştay’ı Cumhuriyet’in temel kurumları arasında konumlandırmıştır.) Sonraki her on yılda da bir müdahale yaşandı. 1970’lerin gençlik hareketleri, Denizler ve Mahirler, kanla bastırıldı. 12 Eylül 1980 darbesi ise Cumhuriyet’in toprağına adeta incir ağacı dikti: anayasa hâlâ o günün izlerini taşıyor.

Köşe dönmecilik, yozlaşma ve ikiyüzlülük, siyasetin genetiğine adım adım işlendi.

Çok partili hayattan itibaren CHP, 1980’lere dek çıkar ilişkilerine nispeten direndi. Zaten merkezde uzun süre iktidar yüzü görmedi; Sadece 1989 yerel yönetim seçimlerinde SHP belediyelerde ciddi bir başarıya ulaştı…

Sağ partiler ise devletin kaynaklarını nispeten örgütlü biçimde paylaştırdı: Adalet Partisi, Anavatan Partisi, DYP… Hepsi aynı mekanizma ile güç kazandı.

CHP’nin damarı SHP ile yeniden açıldı. Murat Karayalçın döneminde belediyeler önemli bir güç kaynağına dönüştü, partinin birleşmesiyle bu damar Baykal’ın kontrolüne geçti. Baykal döneminde de dar kadroculuk, Sarıgül ve benzeri isimler üzerinden partiyi küçülttü. CHP baraj altına düştü, Ecevit’in son yıllarında neredeyse tarihe gömüldü.

1994’te SHP’nin İSKİ skandalıyla başta İstanbul olmak üzere bütün büyükşehirler kaybedildi. (Bir tek İSKİ skandalı bile kentin ve ülkenin 25 yılına mal oldu. Aynı şekilde merkezi yönetimde de iktidar olunamamasına sebep oldu. Bugün ortada dolaşan iddiaları, akçeli ilişkileri, güç oyunlarını düşününce; CHP’nin önümüzdeki dönemlerde gireceği seçimlerde ne tür kayıplar yaşanabileceğini tahayyül etmek bile ürkütücü…) Erdoğan dönemi başladı. CHP 2019’a dek İstanbul’u bir daha alamadı. Baykal sonrasında Kılıçdaroğlu dönemiyle yeni bir sayfa açıldı. 2019’da İmamoğlu aday yapıldı; aslında o günlerde kime ceket giydirilse kazanılacak bir atmosfer vardı. Ancak bu süreçte parti, belediyelerin finansal gücüne teslim oldu. Örgüt, siyasetin öznesi olmaktan çıkıp belediye personeline dönüştü. İmamoğlu’nun Beylikdüzü’nden başlayan PR’ı, İBB adaylığının kapılarını kolayca açtı. Bu süreçte yalnızca belediye performansı değil, “İmamoğlu” soyadının çağrıştırdığı dini-mütedeyyin imaj da özellikle kullanıldı. Böylece CHP’nin klasik tabanı dışındaki kesimlere ulaşmak, muhafazakâr seçmenin desteğini almak hedeflendi.

Bugün gördüğümüz akçeli ilişkilerin, örgütün teslim alınmasının, çıkar ağlarının kökleri işte o dönemlerde atıldı.

Siyasetimizde sahne değişiyor, aktörler yenileniyor ama oyun hiç değişmiyor. Koltuğu ele geçiren, kendini mutlak kudretin sahibi sanıyor. Bu, yalnızca CHP’nin değil, Türk siyasetinin bitmeyen trajedisi: iktidarların gelip geçici, iktidar tutkularının ise kalıcı olduğu gerçeği…

Bugün Gürsel Tekin’i Eleştirenler…

CHP’nin bugünkü yöneticileri Gürsel Tekin’e karşı yüksek sesle itiraz ediyor. Oysa geriye dönüp bakıldığında, 2012’de, Sarıyer İlçe Başkanlığı’na kayyum olarak atanan isim Gökhan Zeybek’ti. O gün, ilçe binasının kapısı kırılarak girilmiş, kasa çilingirle açtırılmış, karar defteri polis gözetiminde çıkarılmıştı. Yani kayyum uygulamasını bizzat yaşayan, üstelik o koltuğa bu şekilde oturan bugünün Genel Başkan Yardımcısı… Bugün Gürsel Tekin’e kayyum üzerinden yükleniyor… İnsan ister istemez soruyor: Aynaya bakmayı hiç mi düşünmüyorlar?

Geçmişte kayyumla göreve gelenlerin bugün mahkeme kararına saygı göstermesi gerekmez mi? Sadece Zeybek değil, Özel’den genel merkeze kadar herkesin…

Gürsel Tekin’in sesi kısılmasa belki bu tablo daha sağduyulu yönetilebilirdi. Ama “binaya sokmayın”, “sokağa gelmesin” diyerek önü kesilen Tekin, partiyi sağduyuya davet eden bir konumda kaldı. CHP böylece, halkın gözünde kitle partisi olmaktan çıkıp kavga eden, hukuk tanımayan, marjinalleşmiş bir yapı görünümüne büründü. Parti savruluyor… Adliye koridorlarından çıkamıyor. Tüm bunların sebebi yine partinin yönetilememesindendir.

15 Eylül ve 21 Eylül’e Doğru

Özgür Özel, 21 Eylül’de olağanüstü kurultay kararı alıyor. 15 Eylül’de mahkeme var, ama daha karar çıkmadan, “sen karar vermezsen ben kurultay yaparım” diyerek yargıyı adeta zorluyor.

YSK’nın son kararları CHP içindeki çatışmayı daha da derinleştiriyor. İlçe kongrelerinin devamına izin verildi ama İstanbul il yönetimine yapılan kayyum görevlendirmesine dokunulmadı.

CHP’den ise tepkiler yükselmeye devam ediyor. Karar işine yarıyorsa “hukuk yerini buldu” deniyor, işine yaramıyorsa hâkimler hedefe konuyor.

Kılıçdaroğlu ve parti içi muhalefet, “iktidarla iş tutmak”la yaftalanıyor. Oysa iktidarla gerçek yakınlaşmanın izlerini arayacaksak, “normalleşme/yumuşama” söylemlerine ve yerel seçimlerde yere serilen iktidar partisine nasıl can suyu verildiğine bakmak gerekir; üstelik o gün bu çizginin partiye zarar vereceğini en yüksek perdeden uyaran isim de Kılıçdaroğlu’ydu.

Üstelik “AKP ile iş birliği” suçlaması, somut süreçlerle de örtüşmüyor: YSK, İstanbul il kongresinin yapılabileceğini söyleyip ilçe kongrelerinin devamına da izin verdi. Eğer iddia edildiği gibi bir tür gizli mutabakat olsaydı, bu karar seti böyle mi görünürdü?

Bir yandan YSK’nın lehinize kararını “hukukun üstünlüğü” diye selamlarken, öte yandan mahkemenin atadığı Gürsel Tekin’e itiraz edip kararı yok saymak; en hafif ifadesiyle çifte standartçı bakış açısıdır. 

Aslında 21 Eylül’de yapılması planlanan olağanüstü kurultay, bir tür “temizlik harekâtı” olarak da okunabilir. Eğer süreç bu yönde gelişirse; itiraz edenlerin, farklı düşünenlerin esamesi okunmayacak; ilişkiler ağının ağırlığı partiyi tamamen teslim alacaktır.

Sokaktaki CHP seçmeni de, mitinglerde gördüğümüz gibi, kulaklarını tıkamış durumda. İtiraz eden herkes “iftiracı”, her eleştiri “yalan” muamelesi görüyor. Ama yarın iddianameler açıldığında tablo çok daha çıplak görünecek.

15 Eylül’deki mahkemede karar ertelenir ya da baskılarla farklı bir sonuç çıkarsa, 21 Eylül’den itibaren partinin tüm ipleri Özel ve İmamoğlu ekibinin eline geçecek. Asıl kırılma da tam burada yaşanacak.

15 Eylül’de mahkeme, kurultay iradesinin sakatlandığına hükmedip sürecin iptaline ve partinin kurultay öncesindeki duruma dönmesine, yani Kılıçdaroğlu’na teslim edilmesine karar verirse parti de, ülke de yeni bir raya girilecektir.

Hatta 15 Eylül tarihi bile beklenmeden mahkemenin ara bir karar vermesi ve Kılıçdaroğlu’nun yeniden partinin genel başkanlığına getirilmesi olasılığı da konuşuluyor.

***

CHP’nin iç gerilimleri yalnızca kongre ve kurultaylarla sınırlı değil. Tunceli’nin Pertek ve Ovacık ilçe başkanlarının görevden alınması, aynı şekilde Çankaya İlçe Başkanlığı’na yapılan müdahale… Özellikle Türkiye’nin en büyük ilçesi olan Çankaya ilçe başkanının sırf Kılıçdaroğlu’na yakın olduğu için görevden alınması…

Ardından Beykoz’da Alaattin Köseler’in yerine seçilen başkan vekili Özlem Vural Gürzel, ailesine ve kendisine yönelen tehditler, hakaretler, iftiralar nedeniyle istifa etti. Eski Aydın Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu gibi tıpkı… İstifa sürecine kadar genel merkezden yardım istemiş; ailesiyle birlikte tehdit aldığını dile getirmiş… Ancak sesini duyuramayınca sonunda AKP’ye sığındı. Ne partide ne de ülkede siyasi ahlakın kalmadığını bu örneklerle görmek acı… İktidardakilerin ya da genel merkezdekilerin çizgisinden farklı düşünüyorsan, kara listeye alınman işten bile değil…

İstanbul İl binası ise polis ablukasındaydı. Gürsel Tekin’in binaya girmesini engellemek için hazırlık yapılmış, polis de olası bir çatışmaya karşı tedbir almıştı. Ayrıca il binasında polis barikatlarının önünde kayda değer bir kitlesel destek yoktu. Bu da yaşananlara CHP’lilerin büyük ölçüde onay vermediği şeklinde yorumlanabilir.

CHP kendi binasında bile krizi yönetemiyor. Özgür Özel yönetiminin partiyi buraya taşıdığı ortada. Ne bir kriz planı, ne de sağduyulu bir dil… Bunun yerine “tanımıyorum, uymuyorum” söylemleriyle hukuk karşısında en çok hassasiyet göstermesi gereken bir parti, en hoyrat söylemleri üretiyor.

Böylece ortaya çelişkili bir tablo çıkıyor: Hukuken mahkemelerin kararları var, siyaseten ise etik ve meşruiyet tartışmaları. CHP bugün tam da bu ikisinin arasında savruluyor. Ancak partinin kendi iç kavgaları büyüdükçe, toplumun gözü kulağı bu dar alanın içine sıkışıyor. Oysa ülkenin gerçek gündemi çok daha ağır: Derinleşen ekonomik kriz, işsizlik, yoksulluk, enflasyon…  Kuraklığın pençesindeyiz, ama su yönetiminde strateji yok. Tarım bitmiş, toprak nefes alamıyor. Sağlıkta, devasa şehir hastaneleri yükseliyor ama içleri boş. Randevu bulmak aylar sürüyor, nitelikli doktor yok. Eğitimde tablo farklı değil: fırsat eşitsizlikleri derinleşiyor, gelecek inşa edilemiyor. Deprem gerçeği ve hazırlıksızlık, iklim kriziyle büyüyen yangınlar, göç ve sığınmacı meselesi… Dış politikada Gazze dramı ve Ukrayna–Rusya savaşı…

Sağ ya da sol fark etmiyor; parlamentoya taşınan partilerin aldığı kararlar, yaptığı yasalar çoğu zaman hayatın gerçeklerine dokunmuyor. Bir düzenleme çıkıyor, sonra eksikliği fark edilip yamalarla düzeltilmeye çalışılıyor. Kervan yolda düzülüyor adeta.

Kısacası halkın oylarıyla seçip gönderdiği siyaset kurumu, ülkenin dertlerini çözemiyor. Çözüm üretmesi gerekenler, sistemin yükünü artırıyor. Yönetemeyen siyasetin altında toplum giderek daha çok eziliyor.

Bu tablo ortadayken CHP’nin kendi içine kapanması, yalnızca kendi geleceğini değil, ülkenin siyasal muhalefet dengesini de ipotek altına alıyor.

Sessiz Çoğunluk ve Seçici Körlük

CHP’nin mevcut kadrosu partiyi yönetemiyor. Tavırları bir öğrenci gençlik hareketini andırıyor ama o dönemin soylu ideallerinden uzak. 1970’lerdeki gençlik hareketleri “tam bağımsız Türkiye”, “faşizme geçit yok” gibi büyük ülküler taşıyordu. Bugün CHP mitinglerine gidenler ise hangi mücadelenin peşinde? Görünüşe göre çoğu zaman İmamoğlu ve çevresinin şaibeli uygulamalarını perdelemeye yarıyor.

Bu tablo insanı üzüyor. Çünkü demokrasinin temel şartı adil seçimlerdir; örgütlerin paralı asker mantığıyla hareket etmemesini savunmak, asıl verilmesi gereken mücadeledir.

Aslında Türkiye’de siyasal güç hep kirli ilişkilerin şemsiyesi altında şekillendi. Akçeli işler yalnızca bugüne özgü değil; geçmişte de tüm partilerin pratiğinde vardı. Bizde siyaseti yöneten çoğu zaman ilke değil, güç oldu. Bazen bir makam, bazen bir vaat, bazen de çıplak iktidar gücü… Doğrular değil, işimize gelenler belirleyici oldu.

Hayatın her alanında ikiyüzlülüğün izleri var: kadın meselesinde, ekonomide, hatta bireylerin kendi gerçekleriyle yüzleşmesinde bile.

İnsanların etki altında kalması doğal; ama sistemin kendisinin etki altında şekillenmesi yıkıcı. Gürsel Tekin’in yanında duran bazı isimlerin birkaç gün içinde karar değiştirmesi tesadüf değil; tehditler, korkular, baskılar siyasetin akışını yönetiyor.

Mitinglere bakınca da benzer bir yanılsama görülüyor. Saraçhane’de 300–500 bin kişi toplansa bile, İstanbul’un 20 milyonluk nüfusunun kırkta biri demektir bu. Meydanları dolduranlar elbette kıymetli, ama sessiz çoğunluğun yokluğu gerçeği değiştirmiyor. Yüksek ses çıkaran azınlık ülkenin gidişatını belirlerken, geri kalan büyük kesim kenarda duruyor. AKP’nin mitinglerinde de aynı fotoğraf var: kalabalıklar üzerinden övünmek ama gerçekte toplumsal dokuyu okuyamamak.

Bu ilgisizlik tabana da yansıyor. CHP’nin mahalle kongrelerine katılım %30’u aşmıyor. İnsanlar oy verse de sonucu değiştiremeyeceğini düşünüyor. Tıpkı ülke genelinde olduğu gibi… Umutsuzluk bulaşıcı; siyasetin derin bir yarası.

Herkes işine geleni duyuyor, işine gelmeyeni görmezden geliyor. Toplumun en korkutucu hali de bu seçici körlük…

***

9 Eylül… CHP’nin 102. kuruluş yıldönümü. Bir asrı aşan bir tarihin hatırlanması gereken gününde kutlama değil, kavga var… Bir evin evlatları gibi kardeşler birbirine düştü. CHP’nin il binasının önünde yaşanan manzara, aslında partinin içinde düğümlenen tüm çelişkilerin dışa vurumuydu.

Gürsel Tekin’i baba ocağına sokmayanlar, CHP’nin öz evlatları değildir; belediyelerin taşeron işçileri, büyükşehir kadrolarının gölgesindeki isimlerdir. Atılan pet şişeler, edilen tehditler, CHP örgütünün vicdanını yansıtmaz. Örgüt üyelerinin tepki göstermesi doğaldır fakat onları bu noktaya getiren, yöneticilerin yanlış tercihleri, örgütü perişan eden sorumsuzluklarıdır.

CHP’nin 102. yılında yaşanan bu tablo, bir asırlık mirasa gölge düşürdü. Yalnızca parti örgütüne değil, ülkenin ekonomisine de ağır bir yük bindiriyor; yurttaşların umutlarını, enerjisini ve en değerli hazinesi olan zamanı heba ediyor. Oysa aynı gün, aynı saatlerde bambaşka bir fotoğraf verilebilirdi: birliğin, sağduyunun, kurucu değerlerin fotoğrafı. Bu kavganın sorumluluğu örgütte değil, onu yönetenlerde. Yönetmeye çalışıp yönetemeyenlerde.

Acı olan şu ki, iktidara yürüyen CHP, bu kaosu hiç yaşamayabilir; kendi yolunu kendi kaosuyla kapatmayabilirdi…

Sadık ÇELİK

sadikcelik.gorus@gmail.com

CHP’de Yaşananlar
Yorum Yap

Tamamen Ücretsiz Olarak Bültenimize Abone Olabilirsin

Yeni haberlerden haberdar olmak için fırsatı kaçırma ve ücretsiz e-posta aboneliğini hemen başlat.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Divriği Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin