1. Haberler
  2. Haberler
  3. KENDİNE MAHKUM, AŞKA VE SUÇA KÖR

KENDİNE MAHKUM, AŞKA VE SUÇA KÖR

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Var olmak için nefes almak yetmez; insan bir yere ait hissetmek ister, bağ kurmak. Duyguların, düşüncelerin, değerlerin bir anlam ağında birleştiği o değerli bağlara muhtaçtır.

Ama (post) modern insan, bu bağları tek tek çözüyor. Özgürleşmek için değil, yalnızlaşmak pahasına.

Zamanın ruhu artık başka bir çağrı yapıyor: “Yavaşlama. Hissetme. Sorgulama. Hazzın, beğeninin izinde hızla devam et, sadece devam et.” Biz de ediyoruz. Daha hızlı yaşıyoruz. Daha hızlı unutuyoruz. Daha hızlı tüketiyoruz. Sadece kendi hazzımızın peşinde, kendimizle oyalanıyoruz… Kendini merkeze koymayan her duygu gereksiz görülüyor artık. Benlik, öylesine büyütülüyor ki insan kendi içine sığamaz oluyor. İçi dışına taşan bir varlık değil artık insan; dışı büyüdükçe içi boşalan bir gölgeye dönüşüyor.

Bugünün insanı, kendi etrafında dönen bir gezegen gibi. Başkalarıyla temas ettiğinde değil, kendine hayran kaldığında var olduğunu sanıyor. Bencillik, bir kusur değil; sistemin ideal karakteri hâline geldi. Kendi görüntüsüne aşık olanların çağındayız; tıpkı Narkissos gibi, eğildiğimiz her suya kendimizi düşürüyor, kendi yansımamıza takılı kalıyoruz. Ama içtiğimiz hiçbir su, susuzluğumuzu geçirmiyor.

Narsisizm bir hastalık değil, çağın standardı. Toplum artık empatiyi değil, özsevgiyi yücelterek işliyor. Beğenilmek, değerli olmaktan daha önemli. Görünmek, var olmaktan daha gerçek… Anlamın yerini “etkileşim” aldı. Gerçek bir ruh taşımak yerine sadece bir profili yönetmeye başladık.

Ancak içimizde büyüyen o sessizlik ne hızla ne de hazla kapanıyor.

Bu yeni özgürlük tanımı aslında bir tür yalnızlık, bağsızlık mühendisliği.

Halbuki insan yalnızca etten ve kemikten değil. Kalbi olan, hayal kuran, acı çeken, dileyen, bekleyen bir varlık; bir zihni, bir ruhu, bir kalbi var. Bu varlık, algoritmalarla, “beğenilerle” değil, anlamla yaşar.

***

Ve aşk… En çok o un ufak oldu bu gürültüde. Artık kimse aşkı beklemiyor. Kimse büyümesini izlemiyor. Aşk, bir meyve gibi olgunlaşmadan dalından koparılıyor. Sonra da ağızda bıraktığı çürük tat eşliğinde çöpe atılıyor.

Aşkı arıyoruz ama sabretmiyoruz. Dokunuyoruz ama hissetmiyoruz. Kalıyoruz ama bağlanmıyoruz.

Modern insan, aşkı da mutluluğu da varılacak bir durak sanıyor. Oysa ne aşk ne mutluluk, çizili bir rotanın sonunda bekleyen ödüllerdir; onlar, yolun ta kendisidir. O yol, yalnızca duygusal bir güzergâh değildir; bir kimya, bir elektrik, bir fizik yasasıdır aynı zamanda. Bu üçü bir araya gelmeden ilk adım atılmaz. Asıl yolculuk ise beynin devreye girmesiyle başlar; iki insanın birbirini her anlamda beslemesi, doyurması, büyütmesi… İlk aşk ateşini harlayacak, sönmesine izin vermeden onu besleyecek yakıttır bunlar.


Hep “orada” bir şey var sanıyoruz; ileride, daha sonra “olduğumuzdan farklı” olduğumuzda bizi bekleyen bir zirve… Ama insanı doyuran şey, ulaşmak değil; o ulaşma çabasının içinde yaşanan anlardır, aşk da tam olarak bu çabanın, verilen emeğin adıdır.

Aşk, anlamla beslenir; salt hazla değil. Aşkı bedensel bir deneyime indirgeyemezsiniz. Aşk, sadece bir duygu değildir, bir durma cesaretidir, hızın ortasında bir direnç noktası. Unuttuğumuz şey belki tam da bu durma eylemidir…

 Belki de asıl trajedi, sahip olmadığımız şeyleri ararken zaten içinde bulunduğumuz zenginliği kaybetmektir…

Sadakat, sabır, şefkat gibi “eski” kavramlar artık ağır geliyor dijital insana. Yüzeyde kalmak kolay, derinleşmek zahmetli.

Kalplerimiz artık birer ayna değil; kırık ekran. Herkes kendi yansımasına bakıyor ama kimse başkasını görmüyor. Ruhlarımız ise bu ekranların arkasında sessizce yoksullaşıyor.

SUÇA SÜRÜKLENEN ÇOCUKLAR

Haz çağının inşa ettiği yalnız insan, sadece aşka değil, çocuğa da kör. Kendi benliğinde tutsak kalan bir toplum, dışarıda büyüyen çığlığı duyamaz hâle geliyor.

Son dönemde Türkiye’de akran zorbalığı, yalnızca fiziksel değil psikolojik boyutuyla da derin travmalara yol açan biçimde öne çıkıyor. Sözlü taciz, dışlama, tehdit etme, hatta sanal şiddet biçimlerinin 12–13 yaş itibariyle ciddi oranlara ulaştığı gözlemleniyor. Kimi araştırmalarda gençlerin %34’ünün zorbalık mağduru olduğu raporlanmış durumda. Zorbalığın sistematik biçimde sürdürülmesi demek, çocuğun şiddeti önce normalleştirmesi, sonra da içselleştirmesi demek. Bu durum yalnızca travma üretmez; aynı zamanda gelecekteki failin zeminini de hazırlar. Çünkü şiddetle başa çıkamayan çocuk, bir gün büyük olasılıkla şiddeti kendi dili hâline getirecektir.

2024 yılında, Türkiye’de güvenlik birimlerine getirilen çocuk sayısı 612 bin. Her geçen yıl artan bu tablo, bir çöküşün sadece rakamlarla anlatılan yüzü. Asıl çöküş ise sayılardan değil, görmezden gelinen hikâyelerden okunmalı.

Terk edilmiş, itilmiş, istismar edilmiş hayatların taşıyıcısı olan “suçlu” çocuklar. Sistem onları yargılıyor ama tanımıyor. Toplum onları konuşuyor ama anlamıyor.

Çocuklar artık uyuşturucu baronlarının piyonlarına, dizilerde övülen şiddet kahramanlarının taklitçilerine dönüşüyor. Her gün yeni bir çete “çökertiliyor”, ama kimse “neden bu kadar çok çete var?” sorusunu sormuyor.

Halbuki suç bir sonuçtur; nedenini anlamadan ortadan kaldıramazsınız.

TÜİK verileri, son bir yılda suça sürüklenen çocuk sayısındaki artışın %10’a yaklaştığını gösteriyor. Bu yalnızca bir yükseliş eğrisi değil; bir toplumsal düşüşsinyalidir. Zira toplumun en zayıf halkası olan çocuklar, adalet sisteminin değil, ahlâk sisteminin, vicdan sisteminin ve sosyal sistemin çöküşünü yansıtır.

“Suça sürüklenen çocuk” kavramı, hukukun bir zamanlar attığı insani bir adım. Ama bugün o da yetersiz. Çünkü çocuklar sadece sürüklenmiyor; içine doğdukları hayatla birlikte itiliyor, eziliyor, unutuluyor.

Bugün Türkiye’de 3000’den fazla tutuklu çocuk var. İçlerinden bir kısmı 20’den fazla kez aynı döngüye girip çıkmış. Hapsetmenin hiçbir şey çözmediği, yıllardır verilerle sabit. Bu çocuklar yalnızca adaletle değil, aileyle, okulla, mahalleyle, ekranla, ideolojiyle, ihmalle iç içe yaşıyor. Suç işleyen çocuklar içeri tek başına giriyor, dışarı bir çetenin parçası olarak çıkıyor. Cezaevleri çocukları ıslah etmek yerine adeta suça dair daha organize bir aidiyet kazandırıyor.

Cezaevi onların cezası değil, toplumsal körlüğümüzün karanlık yankısı haline geliyor.

Bazı ülkeler bu körlüğü aşmak için farklı yollar denedi: Almanya, Hollanda, İsveç… Çocuğu bir birey olarak değil, gelişen bir bilinç olarak gören sistemler, cezalandırmak yerine rehberlik etmeyi seçti.
Sonuç? Tekrarlayan suç oranlarında keskin düşüşler.

Bunun için çocuğa “neden yaptın?” değil, “sana ne yapıldı?” sorusunu sormak gerekir. Türkiye hâlâ bu soruyu sormuyor. Her yeni vaka, her yeni manşet, bizi asıl sorudan biraz daha uzaklaştırıyor…

***

Dünyada çocuk adaletine dair iki yaklaşım var: güvenlikçi ve özgürlükçü. İngiltere ve ABD gibi ülkeler, çocukları yetişkin gibi yargılamaya meyilli. 10 yaşındaki bir çocuk bile ağır suç söz konusu olduğunda yetişkinlerin çıkarıldığı mahkemeye çıkarılabiliyor.

Avrupa’da ise “Çocuk her şeyden önce çocuktur,” anlayışı hakim. Almanya’da bir çocuk 14 yaşına kadar cezai sorumluluk taşımıyor. 23 yaşına kadar gelişimsel gerilik durumunda çocuk mahkemelerinde yargılanması da mümkün.

İsveç’te ise sosyal hizmetler, hukukun önüne geçebiliyor. Çocukları suçtan değil, suça götüren hayat koşullarından korumak için…

Türkiye’de sistem daha karmaşık ve kırılgan. 12-15 yaş arası çocuklar hakkında sosyal inceleme raporları hazırlanıyor. Ama bu raporlar çoğu zaman bir formaliteye indirgenmiş durumda:
Çocuğun ailesiyle, okulu ve çevresiyle temas kurulmadan, adliye koridorlarında üç soruda yazılan metinler.

Sistemin en “insani” mekanizması bile, çocuğun yüzüne dahi bakmadan işliyor.

Oysa veriler başka bir şey söylüyor.

ABD’de tutuklanan gençlerin %55’i bir yıl içinde tekrar yakalanıyor.
Hapsetmenin, yalnızca cezalandırmadığını; aynı zamanda damgaladığını biliyoruz.

Almanya, bu damgayı azaltmak için çocuk evleri kurdu: Az sayıda çocuğun uzmanlarla birlikte kaldığı, eğitime devam ettiği özel yapılar. Sonuçta tekrar suç işleme oranı dramatik biçimde düştü.
Hollanda’da zorunlu terapiye katılan genç suçlularda bu oran sadece %13.

Bizdeyse, bu veriler dahi yok. 3 binden fazla çocuk cezaevinde. Bazıları, 22 kez aynı kapıdan girip çıkmış! Çünkü sistem sadece yargılıyor, dönüştürmüyor. Sadece kapatıyor, ama korumuyor.

Çocuklar “topluma kazandırılmalı” diyoruz, ama onları en başta toplumdan saymıyoruz. Sorunun merkezine çocuğu değil, cezayı koyduğumuz sürece; ne çocuk değişir, ne toplum iyileşir.

Suç, bireysel bir sapma değil, toplumsal bir sonuçtur.

Hiçbir çocuk, boşlukta suç işlemez. Her suçun arkasında bir yapı, bir ihmal, bir çöküş bulunur.

Sistem, sadece çocuğun ne yaptığına değil, ne yaşadığına da bakmalıdır. Eksik bir aile, çökmüş bir mahalle, ilgisiz bir okul, yorgun bir öğretmen, meşgul bir devlet…

Çocuğun fail değil, sonuç olduğu bu denklemi görmek istemiyoruz.

Adalet, sadece suçun cezasını vermek değil; suçu doğuran karanlığa ışık tutabilmektir.

Sadık ÇELİK

sadikcelik.gorus@gmail.com

KENDİNE MAHKUM, AŞKA VE SUÇA KÖR
Yorum Yap

Tamamen Ücretsiz Olarak Bültenimize Abone Olabilirsin

Yeni haberlerden haberdar olmak için fırsatı kaçırma ve ücretsiz e-posta aboneliğini hemen başlat.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Divriği Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin