LGS ve EĞİTİMİN HAL-İ PÜRMELALİ, SİYASİ AHLAKIN EVRİLDİĞİ YER ve Bahçeli’nin Temsil Önerisinin Anlattıkları

Bu yıl LGS’de 500 tam puan alan 719 öğrenciyle rekor kırıldı. Geçtiğimiz yıl bu sayı 352’ydi. Sınav zor; ama başarı fazla… Şüphe uyandıracak kadar fazla… İddialar da hızla ortaya çıktı: WhatsApp gruplarında sınav sürerken dolaşıma girdiği iddia edilen sorular, cevap anahtarları…

Ardından gelen görevden almalar, idari soruşturmalar…

Bu sırada görevden alınan MEB Bilgi İşlem Genel Müdürü’nün çocuğunun da iki yıl önce tüm soruları doğru yanıtladığı iddia edildi…

Herhalde “denk gelmiştir”…

Savunma her zamanki gibi jet hızıyla geldi. Cumhurbaşkanı, Türkiye’nin sınav güvenliği konusunda “parmakla gösterilen bir ülke” olduğunu ilan etti. Hemen ardından, şaibe iddialarını dile getirenleri de İmam Hatip düşmanlığıyla suçladı.

Yani klasik repertuar…
Suçun yönü değil, suçlayanın niyeti sorgulanır…

Bakmayın siz “sınav” dediğimize, aslında burada olan başka bir şey: Bir sistemin refleksleri, bir zihniyetin savunma mekanizmaları.

Yirmi küsur yıldır ezberlediğimiz bir sahne. Önce inkâr, sonra yön saptırma, sonra mağduriyet ilanı… En nihayetinde, konunun aslı, tarihin tozlu raflarına değil, günün dumanlı havasına karışır gider. Gerçek soru nedir, artık kimse hatırlamaz. Bu ülkede uzunca bir süredir meseleler çözülmez, sadece bastırılır. Tartışılmaz, sadece kutuplaştırılır. Her şey tartışılır, asıl mesele hariç.

Bizler, hakikatin kendisine değil, ona yöneltilmiş ithamların gölgesine bakarak yaşamayı kanıksadık. İşte bu yüzden, mesele hiçbir zaman sadece sınav değil, mesele, gerçekler de değil, gerçeğin kimin tekelinde olduğudur.

***

İsrail’de Netanyahu, mahkeme salonunda yargılanıyor. Tam o sırada Suriye’ye bomba yağdırıyor. Genelkurmay binaları, karargahlar, hükümet merkezleri hedefte.
Aslında o füze Suriye’ye değil, doğrudan mahkeme duvarlarına saplanıyor. Sirenler çalıyor, güvenlik gerekçesiyle mahkeme salonu boşaltılıyor. Ne tesadüf, değil mi?

Savaş, bir adamın hukuktan kaçış rotasına dönüştürülüyor.

Yargı var; ama karar veremiyor. Çünkü bir güç var ki, mahkeme salonunu bile savaş alanına çevirebiliyor.

O güç, iktidarın kendisidir ve o iktidar, kendi varlığını adaletin üzerine yazma hakkını kendinde görüyor…

Peki bizde ne oluyor?

Burada füzeler yok. Ama burada sınav soruları var.
Burada sirenler çalmıyor, ama şüpheler çınlıyor kulaklarımızda.
Burada da birileri hesap vermek yerine gündemi değiştirmeyi tercih ediyor.
Yargı yerine sınav, savaş yerine suçlama, bomba yerine mağduriyet siyaseti…

Netanyahu mahkemeden kaçmak için savaş çıkarıyor; bizde ise şaibenin konuşulması gereken yerde bir anda gündem değişiyor. Hassas toplumsal başlıklar devreye sokuluyor, tartışmanın yönü hızla başka cephelere kaydırılıyor. Mesele özüyle değil, kim tarafından söylendiğiyle ölçülüyor.

***

Bu topraklarda nedense her seçilen, her atanan, herhangi bir makama gelen kişi, kendini halkın temsilcisi değil; devletin sahibi sanıyor. Devlet bir emanet değil, ganimet gibi görülüyor.
Beytülmal artık bir kavram değil, adeta bir iş modeli.
O koltuklar ise, halka hizmetin değil, kişisel tasarrufun araçları…

Tam da bu yüzden, halkın çocukları yıllarca emek vererek hazırlandıkları sınavlarda telef ediliyor. Yok sayılıyorlar.

Bugün LGS’de, yarın üniversite sınavında, öbür gün memurlukta… Dün soruları FETÖ çalıyordu. Bugün onun şekil değiştirmiş türevleri, aynı yöntemleri sürdürüyor.
Sonuç aynı: Seçilmiş bir azınlık için yazılmış senaryolar, geri kalanlar için hayal kırıklığı.

Peki bu cesareti nereden buluyorlar? Çünkü tiyatronun başrollerinde sadece çete üyeleri değil, doğrudan sistemin aktörleri var. Çünkü hırsızlık yalnızca cevap anahtarında değil artık; devletin yönetim felsefesinde…

Hiçbir şirket sahibi, kendisine ait olan işletmeyi bile böylesine hoyratça kullanmaz. Çünkü mülkiyet, yalnızca kazanç değil, sorumluluk da getirir, getirmelidir.
Bu ülkedeki merkezi ve yerel yöneticiler ise sahibi olmadıkları bir yapıyı, sanki kendi özel mülkleriymiş gibi ve sorumsuzca kullanıyor. Devletin emanetiyle değil, ganimetiyle ilgileniyorlar.

Şirket sahibi bile sürdürülebilirlik düşünür ama bu düzenin yöneticileri, arkalarında bir yıkım bırakmayı dert etmiyor. Ülkeyi yönetmiyor, tüketiyorlar. Sahibi olmadıkları bir yapının içini boşaltıyor, geleceğini ipotek altına alıyor, ardından da hiçbir sorumluluk hissetmeden tereyağından kıl çeker gibi süzülüp gidiyorlar. Ne yüzleri kızarıyor, ne hesap veriyorlar. Oysa bir şirket sahibi yanlış yaptığında iflas eder. Ticari hayatı, itibarı, kredisi silinir. Sadece kendisi değil, ailesi, çocukları da o bedelin gölgesinde yaşar. Ama devleti ya da belediyeleri yönetenler için böyle bir sorumluluk rejimi yok. Ne yaptıklarının bedelini öderler, ne bıraktıkları tahribatın altında kalırlar. Çünkü bu düzende güç, sorumlulukla değil; dokunulmazlıkla ölçülüyor. Biz ise geride, onların “mış gibi” yönettiği bu yapının gerçek enkazıyla kalıyoruz.

En acısı da; bunu yaparken hiçbir hesap verme korkusu taşımıyorlar. Çünkü biliyorlar ki, bu ülkede hesabı sorulanlar tüm pastanın ancak tek haneli ince bir dilimi…
Kalanı ise teflon tava gibi: Üzerilerine hiçbir şey yapışmıyor… Ne utanç, ne ahlaki sorumluluk, ne siyasi etik…

Gücü eline geçiren, o gücün sınırını değil, keyfini düşünüyor.
Böyle olmayan nadir insanları tenzih ederek söylüyoruz elbette; ama o nadirler, artık istisna olarak anılıyor.

Çocukların kaderiyle oynayanlar, sistemin göbeğinde oturuyor ve o sistem, bilinçli biçimde örülmüş bir halı gibi: Yıllardır ilmek ilmek dokunmuş bir cehalet düzeni…
Cumhuriyet’in bilime, liyakate dayalı eğitim mirası, 20 küsür yılda peyderpey bozuldu. Eğitim sisteminin kimyasıyla oynandı.
Ortaya ne çıktı? Eğitim değil, seçilmişlere ayrıcalık üreten bir organizma…

Bahçeli’nin Kimlik Çıkışı: Temsil mi, Taktik mi?

Devlet Bahçeli’nin Alevi ve Kürt Cumhurbaşkanı yardımcılığı önerisi, ilk bakışta kapsayıcı gibi durabilir. Ama bu ülkede bazı cümlelerin niyeti değil, zamanlaması ve bağlamı konuşur.

Ortadoğu’nun kanla çizilmiş haritalarına bakın: Irak, Suriye, Libya, Afganistan… Mezhep ve kimlik üzerinden bölünmüş, paramparça edilmiş halklar… Acının, sefaletin dili, hep aynı: Böl-parçala-yönet.

Yugoslavya örneği ise Balkanlar’da, farklı bir tarihin ama benzer bir sonucun izini taşır: Kimlik temelli ayrışma, ulus fikrinin çöküşüyle biter.

Bugün Türkiye, coğrafyasındaki üniter yapısını koruyabilmiş nadir ülkelerden biri.

Şimdi, tam da kimlik savaşlarının yeniden ısıtıldığı bu dönemde yapılan bu çıkış, ister istemez insana sorduruyor: Türkiye’nin de Lübnanlaştırılması mı isteniyor?

Bahçeli’nin sözleri, MHP’nin geçmişteki kötü sicilini telafi çabası mı? Yoksa dış akılların içerideki dili mi?

Her hâlükârda, Bahçeli’nin açıklamasının “iyi niyetli” olduğunu kabul etsek bile, bu tür açıklamalar, Alevi ve Kürt vatandaşları eşitlemek yerine daha da “ötekileştirme” riski taşır. “Siz ikinci sınıf yurttaşsınız, telafi edelim,” gibi bir anlam doğurabilir.

Oysa Aleviler ve Kürtler, geçmişten bugüne, bu coğrafyada zaten kendilerini yeterince dışlanmış hissettiler. Bilhassa Aleviler. Alevi olmak, hâlâ bazı çevrelerde fısıltıyla söylenen bir şey. İnancını gizleyen, kimliğini açıklamaktan bile çekinen bir topluluk bu… Kürtler, görece daha örgütlü, daha görünür; ama öteki hissiyatı onlarda da baki.

İnsan kimliğini seçmez; içine doğar.
Cumhuriyet ise bu topraklarda herkese eşit yurttaşlık sunar!
İşte bu yüzden, Cumhuriyet, yalnızca bir rejim değil, bu ülkenin bir arada kalma harcıdır… Kimlik değil, yurttaşlık üzerinden eşitlik.
Bu ülkenin harcını etnik ya da mezhebi temsil değil, ortak haklar ve sorumluluklar bir arada tutar. Eğer birileri hâlâ o eşitliği hissetmiyorsa, çözüm onları sembolik makamlara taşımak değil; eşitliği gerçekten inşa etmektir.

Dün Erdoğan “Türk-Kürt-Arap ittifakı” diyordu, bugün Bahçeli kimlik temelli makam öneriyor. Zamanlama da manidar. Eğer bu açıklamalar ulus fikrini aşındırıyorsa, buna hiçbir “iyi niyet” kalkan olamaz.

“Büyük Türkiye,” ya da güçlü Türkiye etnik kökene, kimliğe, mezhebe vurgu yaparak ya da Türk-Kürt-Arap ittifakıyla kurulmaz, kurulmamıştır da. Cumhuriyeti kuran kadrolar, başta Atatürk olmak üzere, yurttaşlık temelinde bütün etnik ve inançsal yapıları aynı çatı altında birleştirmiştir.

Büyük Türkiye de ancak eşit yurttaşlığın teminatıyla kurulur. Etnik kökeni, mezhebi değil; hakkı, hukuku, liyakati esas alan bir düzen büyür.

Bu ülke, 85 milyonu ayrı ayrı tanımlayarak değil; birlikte var sayarak büyür. Gerçek güç, milleti kimliklere ayırmakta değil, adaletle bütünleştirmektedir.

Adil Kılıçdaroğlu’nun Vefatı

CHP 7. Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun kıymetli kardeşi Adil Kılıçdaroğlu’nun vefatını üzüntüyle öğrendik. Kendisine rahmet, ailesine ve sevenlerine sabır diliyoruz. Hakk’a yürüyen canın yeri ışık olsun.

Altan Öğmen’e Veda

Cumhuriyet değerlerine ömrünü adamış bir gazeteci, bir siyasetçi ve bir hafızayı da uğurladık. CHP Eski Genel Başkanı, eski bakan, kıymetli kalem Altan Öymen, uzun bir yolculuğun ardından aramızdan ayrıldı.

Sadece yazdıklarıyla değil, tarzıyla, nezaketiyle, sözü dinlenen bir ağabey oluşuyla da iz bıraktı. Geride bıraktığı miras, yalnızca siyasetin değil, basının ve düşüncenin belleğinde de yaşayacak.

Hep ışıklar içinde kalsın…

Sadık ÇELİK

sadikcelik.gorus@gmail.com

Exit mobile version